İncir Kuşları, Sinan Akyüz

Yıllar yıllar önce yani bir bakayım bundan 13 yıl önce okumuştum İncir Kuşları’nı…Yine daha da yıllar önce televizyondan dehşetle takip ettiğim Bosna- Hersek savaşı bu kitabı görür görmez almama sebep olmuştu. Kitapçıda elime aldığımda arka sayfasında “Bu kitap tamamen gerçeklere dayanmaktadır.” cümlesini de okuyunca hiç tereddüt etmeden almıştım. Televizyonda çok üzülerek seyrettiğim bir vahşeti, Bir aşk hikâyesinin etrafında okumak sanki orada zulme uğrayan insanlara bir nebze olsun destek olmak gibi gelmişti. (Kendileri de okumak, yazmak ve tiyatro oyunu sahnelemek ve seyretmek gibi sanatsal faaliyetlerle yaşamaya devam ettiklerini hissetmek, hissettirmek ve toplumsal olarak birliktelik desteği almak için çabalamışlardı; bunu okumuştum ve sanatın gücüne bir kez daha hayran kalmıştım.) (Çok acı ki yaşadığımız bu yüzyılda, savaşların artık olmaması gereken bir yüzyıl olarak düşünmüştüm ben, Gazze’de yaşanan zulümlerin de anlatıldığı kitaplar basılacak ve okurken yine içimiz yanacak…)

Romanda gerçek bir aşk hikâyesi ile savaş içerisindeki tek taraflı, acımasız, bencil bir aşk hikâyesinin insan ruhundaki yücelişi ve dağıtıcı etkilerini okurken savaşın insanî taraflarının dehşetine yakından tanık oluyorsunuz. Hani savaş sanki toplumdaki bireylerin değil de sadece askerlerin, siyasilerin ve devlet adamlarının işleri gibi görünür ya…İşte öyle bir şey değil …Öyle ki bu sene gidip gördüğümde, nasıl anlatacağımı tam olarak bilemediğim bir şekilde hâlâ insanları ne kadar güzel giyinip süslenip gülüşerek gezip dolaşsalarda (gittiğimizde bayram günüydü ve içten bir şekilde bizimle de bayramlaştılar) özellikle yabancılara bakarken oldukça mat ve mesafeli bir bakışlara da sahipler ve o bakışlar karşısında içinizi bir hüzün kaplıyor.

Saraybosna'da bir kurşun deliğinin etrafına çizilen Saraybosna gülü

Romanın arka kapağındaki “…takvim yaprakları 6 nisan 1992’yi gösterirken bir bomba düştü beyaz zambakların açtığı yüreklere…” trajik ve şiirsel cümle de kitabı alıp bir solukta okumama sebep olmuştu. Yıllar sonra Bosna’ya gittiğimde binaların duvarlarında hâlâ duran kurşun delikleri ve onlardan bazılarının etrafına çizilen “Bosna Gülü” desenleri, Dünya savaşında ölenlerin anısına hâlâ yanan sönmeyen ateş bana yukarıda yazdığım, arka kapaktaki iç acıtan, kanatan cümleyi hatırlatmıştı.

Saraybosna, sönmeyen ateş

“…pencereden dışarı baktım. Bir incir kuşu pencerenin pervazına konmuş bana bakıyordu. “Ne olur, tutsak düşmüşlüğüm yüzünden beni hor görme…” diye kendi kendime söylendim…Sanki o da benimle birlikte ağlıyordu…” Romandan yapabileceğim tek alıntı bu açıkçası. Başka bir alıntı yapmaya yüreğim dayanmıyor. Gidip gördüğümde zulümden kalan izleri (sadece binalardaki kurşun deliklerini yoksa özellikle de bir Boşnak kadınının yüreğinde açılan delikleri dost bile olsa kimseye gösterebileceğini zannetmiyorum…) doğanın yemyeşil, her yeri sarmış olmasına daha çok sevindim açıkçası…Yeşile bakmak ruhu yıkamanın en iyi yolu zira…

Saraybosna, Mostar

Açıkçası daha fazla yazamayacağım. Ancak savaşın sadece topla, tüfekle, dronla, füzeyle olduğunu ve sedece silahlarını kullanan ve kullanmaları için emir verenlerden ibaret olduğunu sanarak savaş çığırtkanlığı yapanların üç beş sayfa Türk ve Dünya tarihinden savaş günleriyle ilgili yazılanları okumalarını tavsiye ederim haddim olarak ya da olmayarak…

Saraybosna, sarı tabya

Atatürk, “…Derhal şu veya bu sebepler için ulusu harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zorunlu ve hayati olmalı. Hakiki kanaatim şudur: milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı ölmeyeceğiz diye harbe girebiliriz. Ama ulus yaşamı tehlikeye düşmedikçe, harp bir cinayettir. “ diyerek gerçekleri anlatmış zaten. Bize düşen ise tarihten ders çıkarabilmek. Bunun için de okumak, okumak, okumak ve okudukların hakkında düşünebilecek temiz ve adil bir yüreğe sahip olmak.


Yayımlandı

kategorisi

,

yazarı:

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir