Müzeler var olmaya devam edecekler mi?

(Evet, müzeler haftası Mayıs ayında ama bu yazı aklıma düşmüşken niye o tarihi bekleyeyim değil mi? )

Bazen beklenmedik bir şekilde, beklenmedik bir yerde farklı ufuklar açılıyor önünüzde. Aslında “beklenmedik bir yer” tanımlaması pek doğru değil. Anlatayım efendim:

Şöyle ki gittiğim müze gezisinde, eseri olan sanatçılardan Zanzibar doğumlu Lubaina Himid şöyle demiş:

“Yirminci yüzyılın sonlarında müzelerin ne işe yaradığını bilmek neredeyse imkânsız. Zanaatkârı eğitmek için mi, çocuklarda öğrenmeyi teşvik etmek için mi, hafızayı yok etmek için mi, toplamak ve onarmak için mi? Kötü koşullarda fazlaca istifleme, yetersiz bütçe ve hükümet ile küratörler arasında süregelen savaş, işte günümüz müzesinin gerçek koşulları bunlar…”

Bu cümleler beni oracıkta düşünmeye itmişti zaten. Bu kadar pesimist düşünmeye gerek var mıydı? En azından müze gezer biri olarak benim için gerek yoktu…Tabii bunu söyleyen sanatçı da ne demek istemiş diye düşünüyor insan…Gerçekten nereye doğru gidecekti müzecilik? Aslında zaman zaman, yurt içi ya da yurt dışı bir müze gezisinde, özellikle de teknolojiyi çağrıştıran durumlarda, ben de çok düşünüyordum. Şimdilerde üç boyutlu deneyim müzeleri meşhur zira…Bir de Refik Anadol gibi yapay zekâ şaheserleri yaratan sanatçılar var ki bu konuya ayrıntılı olarak daha sonra devam etmezsek, buradaki konuyu çok dağıtmış olacağım:)

Benim en sevdiğim işlerden biri müze gezmek. Bu yazıyı okuyan gençler varsa hemen itiraf ediyorum: Okul çağlarımda kalabalık bir şekilde gittiğim gezilerden bahsetmiyorum. Öğretmenlerimin emeklerini de hiçe saymıyorum. Bize öyle mekânların olduğunu öğrettiler; bu güzel tarafı, kalabalıkta sadece sohbet ederek, kıkırdanarak gezilen müzelerde sergilenen eserler hakkında pek bilgi sahibi olamamak da sıkıcı tarafı idi. Sohbete ve kıkırdamaya katılmazsanız da siz sıkıcı oluyordunuz arkadaşlarınız nezdinde.

Haliyle sergilenen eserleri de pek göremiyordunuz. Üstüne sonraki yıllarda “e biz öğrenciyken o müzeye gitmiştik” cümlesini kurup aynı müzeye tekrar gitmiyordunuz. Tâ ki bundan yaklaşık on beş yıl önce, ilk çıktığım yurt dışı gezisinde gezdiğim etnoğrafya müzesine kadar. İşte o zaman dedim ki:

“…döndüğümde mutlaka en kısa zamanda Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni tekrar ve gerçekten gezeceğim…”

Gezdim ve öyle büyük bir haz aldım ki, öğrenciyken gittiğimi sandığım tüm müzeleri yeni baştan gezmeye başladım. Ülkemiz kültürel olarak o kadar zengin ki kıymetini bilmek çok önemli. Gideceğim tüm gezilerde o şehrin, o ülkenin sanat ve etnoğrafya müzelerini planlamak ve gezmek ilk işimiz oldu. Öyle ki mekânların tüm dünyayı anlamama yardımcı olan mekânlar olduğunu hissediyordum. Öyle de oluyor bence. Müzelerden çıktığımda, insanlara, şimdiki ve önceki yaşayışlarına, tarihsel olarak yaşadıkları değişimlere, daha yakından bakabiliyor, davranışlarını daha anlamlı inceleyebiliyorum. İnsan davranışlarının ortak yönlerini keşfetmek, ortak olmayan çok az yönünü görmek beni heyecanlandırıyor her seferinde.

Yaşantımı sürdürmek için vatanıma ve belirli kurallar silsilesine ihtiyacım ve inancım var elbette; ancak o belirli kurallar silsilesine uyduğum ve milliyetime her an sahip çıkabildiğim ölçüde, tüm dünyanın da benim olduğu düşüncesine sahibim. Mülkiyetçilik şeklinde değil; korumamız, kollamamız, toplumsal kurallara uygun tüm yaşantılara saygı duymamız şeklinde yani bir “dünya görüşü” olarak. Peki bu dünya görüşünü elde etmenin yolu ne derseniz, belirli sıralı bir yöntem söyleyemem çünkü yaşam tarzı ile iç içe geçmesi gereken durumlar var. İşte onları kısaca sıralayabilirim: Aile ile beraberken onlarla beraber okumak, konuşmak, tartışmak, gezmek, eğlenmek, yeni yerler görmek, okul yaşantısı içinde derslerin hepsini en az asgarî düzeyde öğrenmek, yeteneğine göre alan seçip ilerlemek ama diğer alanları ihmal etmemek, iş hayatı boyunca da gezip görmeye okumaya devam etmek, bu gezip görmelere mümkün oldukça yurt içi yurt dışı sergileri, müzeleri eklemek, sonra bir de o gezilip görülenler hakkında yeniden yeni okumalar yapmak, insan yaşayışına, kültürlerine hakim olmaya çalışmak, hemen hemen her ülke yazarlarının romanlarını da okumaya çalışmak, sonra da bir güzel parkın güzel bir bankına oturup gelip geçen insanları, hayvanları, oradaki bitkileri, yaprakların salınışlarını, çıkardıkları sesleri gözlemlemek şeklinde kısaca sıralayabilirim.

En son gezdiğim, Pera müzesinde Ortak Duygular temalı sergide yer alan, Åsa Jungnelius adındaki İsveçli sanatçının Türkiye’deki ilk kişisel sergisi Toprak, Ateş, Su ve Havayla yazılmış bir dize adındaki sergisi de müzelerin her zaman yaşayacağına bir işaret. Öyle ki yapılan sergi açıklamasında, sanatçının bu sergisiyle uzun soluklu şiirsel bir yolculuğu merkezine aldığı belirtilmiş. Ayrıca dört elementi serginin ana başlığı seçmesiyle doğanın gücüne atıfta bulunduğu ve evrende her şeyin birbirine görünmez bir şekilde bağlı olduğu fikrine dayandığı belirtilmiş. Öyleyse evren var olduğu sürece onu anlatma arzusunda bulunan sanatçıların eserlerinin sergileneceği, duygularını bize aktarabilecekleri müzelere de ihtiyaç olacak.

Nasıl bir tevafuk bilemiyorum benim bu yazıyı yazdığım günlerde instagramda yeni takip etmeye başladığım Elizabeth Markevitch de birkaç gün önce müzeler ve müze gezmek ile ilgili aşağıdaki postu attı :

They’re becoming spaces for “healing”. When you pause with a painting, your mind slows down. When you shape clay on weave- your body lets go of stress. It’s not about talent. It’s about flow, presence, and self -connection. Next time you step into a museum, remember: You might be entering a sanctuary for your mental health.
@markevitch

“İyileşme” alanları haline geliyorlar. Bir resim yaparken durakladığınızda zihniniz yavaşlar. Kil ve örgüyü şekillendirdiğinizde bedeniniz stresten kurtulur. Bu yetenekle ilgili değil. Akış, varlık ve öz-bağlantıyla ilgili. Bir dahaki sefere bir müzeye adım attığınızda şunu unutmayın: Zihinsel sağlığınız için bir sığınağa giriyor olabilirsiniz.

Demiş. Artık daha fazla söze ne gerek var değil mi?

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir