Yüzyıllık Yalnızlık Romanının Konusu:
Buendía ailesinin Macondo kasabasına yerleşmeleri, yedi nesil boyunca neredeyse aynı isimleri alan Buendía bireyleri, ev nüfusu arttıkça odaları artan evleri, kasabanın diğer sakinlerinin bu evle ve kendi aralarındaki iletişimleri, yabancıların gelişiyle yaşananlar, masalsı, büyülü icatlarını tanıtmaya gelenler, salgınlar, savaşlar, siyasî olaylar, olağanüstü olaylar ve insanın okurken sürekli kendine “…tüm bunlar acaba José Arcadio Buendía’nın hayal dünyasında yaşanan şeyler mi?…” diye sorması bu kitabın konusunu oluşturuyor. Bu uzun cümle bile kitabın konusunu anlatmakta sığ kaldı aslında:) Okununca anlaşılabilir ancak.
Okunduğu zaman da görülecektir ki tüm bu yukarıda saydığım ciddi olaylar şiirsel bir üslupla, masalsı bir atmosfer içinde, olağanüstü yaratıklar, inler, cinler, görünmez insanlar arasında her şey nasıl da günlük yaşammış gibi anlatılmış, erotizm bile o acayip metinlerin arasına nasıl da sıkıştırılmış, binbir gece masallarını aratmayacak şekilde nasıl da kurgulanmış, pes doğrusu dedirtiyor insana. Romanın sonuna doğru “nasıl bitecek acaba?” diye merak ederken tam da meraka değecek şekilde masalsı bir şekilde sona eriyor.
Gabriel García Márquez Kimdir?
Márquez, 1927 yılının Mart ayında Kolombiya’nın Aracataca kasabasında dünyaya gelmiş. Göbek kordonu boynuna dolandığı için az daha ölüyormuş ama kurtarmışlar. Bence hikâye daha o zamandan başlamış. Bir yaşındayken annesi ve babası onu dedesi ve büyükannesinin yanına bırakmaya karar vermişler. Bir gün dedesi onu denizle tanıştırdığında bu uçsuz bucaksız suya bakıp karşı tarafta ne olduğunu sorduğunda dedesi “öte tarafta kıyı yok” cevabını vermiş ve yıllar sonra kendisi bunu anlattığında “…bunun hâlâ onun verdiği harika cevaplardan biri olduğunu düşünüyorum.” demiştir. (Ben niye bunu alıntıladım kitabı okuyunca anlaşılıyor.) Dedesine çok bağlıymış ve onun yanında kendini hep önemli hissetmiş. Gümüşçüde çalışırken de (gümüş balıklar!) yanındaymış. dedesinin ona donmuş mercanları gösterdiği balık halinde de buz ile ilk defa tanışmış (buz icadı!). Yine evde duvarlara resim yapmaya başladığında dedesi ona çok kızmış ama kendi işyerinin bir duvarını beyaza boyayıp resimlerini buraya yapmasına izin vermiş. Bazı akşamlar da açık hava sinemasında film izlemeye götürürmüş.
Okumayı çok zor öğrenmiş. Öğretmeninin farklı bir yöntem denemesiyle beraber Binbir Gece Masalları‘nı okumaya başlamış. Daha o yıllarda okumayı bu kadar çok sevmesi “…bu çocuk yazar olacak…” söylentisine sebep olmuş:) Márquez 8 yaşındayken dedesi Albay ölmüş.
Daha lisede iken kendisinin saçmalık olarak nitelendirdiği şiirleri okulun dergisinde yayınlanmış. Hukuk fakültesinde okurken bir gazetede kısa bir öyküsü yayınlanmış. Şiir ve yazın dünyasındaki kişilerle de arkadaşlık etmiş. Daha sonra ise severek okuduğu Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway romanındaki Septimus Warren Smith karakterinin anısına “Septimus” takma adıyla imzalarını atmaya başlamış. Ayrıca yazılarında, hayran olduğu Faulkner’in da etkisi olduğunu kendisi çeşitli yerlerde söylemiştir.
Yıllarca birkaç gazetede öyküler, köşe yazıları yayınlar, ansiklopedi satıcılığı yapar. Çekoslavakya, Polonya, Viyana, Venedik, Paris gibi şehirlerde yaşayarak oralarda yazdığı makaleleri, film eleştirilerini yazarak Kolombiya’ya çalıştığı gazeteye gönderir. Albert Camus Nobel ödülünü kazandığında Londra’ya taşınır ve ingilizce öğrenir.
Edebiyat, şiir, yazı yazmak onun için çok önemlidir. Bunun yanı sıra yazılarının kendisine getirdiği şöhreti siyaset yaparak halkın aydınlanması konusunda kullanması gerektiğini düşünür ve pek çok siyasî yazı yazdığı gibi konuşmalar da yapar.
Gabriel García Márquez, en son 2014 Mart ayındaki doğumgününde halk önünde görülür. Kapısına kadar gelen meslektaşları ona sarı çiçekler! getirerek sevgilerini ve selamlarını iletirler. Márquez, Nisan 2014’te de hayata gözlerini yumar. Ölümü pek çok dilde, tüm dünyada, sosyal medyada duyurulur ve bu haber eşi, benzeri görülmemiş bir saygı duruşu ile karşılanır.
Yüzyıllık Yalnızlık Kitabı Nasıl Yayınlandı?
Márquez, Acapullo tatiline çıktığı bir dönemde, sonradan adı yüzyıllık yalnızlık olan ancak o an için adı ev olan romanının edebî anlatımının nasıl olacağını, masalsı tonunu ve ilk cümlelerini bulur ve tatilini yarıda keserek on sekiz ay boyunca romanını yazmaya kendini adar. Romanını yazmaya o kadar dalar ki işsiz kalır. Roman bittiğinde ise yayınevine tek parça halinde kargolayacağı parası kalmamıştır. Eşinin desteğiyle romanı ancak parçalar halinde yayınevine göndermeyi başarır. Yayınladığı yıllarda, Latin Amerika’da, kısa sürede uluslararası çok satanların içine girer. Artık şöhretli biridir.
Yüzyıllık Yalnızlık Romanından Alıntılar:
-Hayal gücü binbir mucize barındıran ve ailenin reisi olan José Arcadio Buendía ölüp evden cenazesi çıkarılacağında adeta sarı yağmur yağar: “Gökyüzünden o kadar çok çiçek düştü ki sokaklar kalın bir örtüyle kaplandı ve cenaze töreninin yapılabilmesi için kürek ve tırmıklarla temizlemek zorunda kaldılar.”
-Albay Aureliano Buendía’nın çocukluk anılarında buzun yeri oldukça belirgindir. Buz ona sadece uğursuzluk çağrıştırmaz. Çingenelerin Macondo’ya getirdiği birçok eğlenceli icattan biri olduğunu da hatırlatır. Başlangıçta duyduğu hayranlığı “alacakaranlığın berraklığının renkli yıldızlara dönüştüğü sonsuz iç iğnelere sahip devasa, şeffaf bir blok” olarak tanımlar. José Arcadio Buendía ilk başta buzu bir elmas sanmıştır.
-Aureliano, Amaranta Úrsula’ya Sanskritçe’nin yazgısından, ışığa tutulan kâğıdın arkasındaki yazılar nasıl tersinden okunabilirse zamanın ışığında da geleceği okuma olanağının bulunduğundan, kehanetlerin kendilerini yok etmesinler diye çözülmeleri gerektiğinden, Nostradamus’un Yüzyıllar‘ından, Aziz Milanus’un Cantabria’nın yok oluşunu önceden haber verişinden söz etti.
Aslına bakarsanız alıntılanılacak daha çok cümle var ancak kişiden kişiye çok fazla değişken olduğundan hepsini burada yazmak istemiyorum:)
Yüzyıllık yalnızlık romanını neden bu kadar geç okudum?
Bazen kendime çok kızıyorum. Aslında Marquez’in, yıllar önce Kırmızı Pazartesi romanını okumuş ve çok beğenmiştim. Yine çok yoğun ve koşuşturmalı bir zamanımın arasında olduğu için de ( kendime böyle laf anlatabiliyorum n’apıyım) yazarı fazla araştıramamışım demek ki:) (Bu arada bir yazımda da ‘Kırmızı Pazartesi‘ yi anlatayım, çok iyiydi).
Bu kitabı yıllardır okumayı istiyor ama bir türlü okuyamıyordum. Komik mi bilemem ama tamamen kitabın adından dolayı okuyamıyordum! Çocukluğumdan beri içine hapsolduğum bir duygudan dolayı: yalnızlık duygusu…Kendimi bildim bileli bu yalnızlık duygusu ile mücadele ettiğim için bir de yüzyıllık yalnızlık gibi çok büyük bir ada sahip kitabı okuyup içindekileri de bünyeme katmaya gücüm olduğunu düşünmüyordum. Bu düşünceyi de yazdığım şekliyle ilk defa kendime seslendirişim bile çok yeni daha…Netflix’e dizisinin geleceğini duyduğumda beni aldı mı bir telaş:) Diziyi seyredersem bir daha kitabını okuyamam! Ben iyi bir okurum ama iyi bir seyirci değilim. O zaman ne yapıp ne edip bu kitabı okumam lazım. Bu şekilde kitabı aldım. Evimde görünür bir yere koydum ama tam beş- altı ay orada durdu, belki biraz yan tarafında belki de biraz öbür tarafında durdu; artık tozu alındıkça ne kadar yer değiştirdiyse:) Bu arada dizisi başladı ve “…daha ben kitabı okumadım ama…” deyişlerimle dizisi seyredilmedi evimizde:) Nihayetinde kitabı okumaya başladığımda Einstein’ın “…önyargıyı parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur…” cümlesi gözümün önünden geçti durdu. Sonrasındaysa, daha kitabın başından itibaren şiirsel anlatımı ve içine hapsettiği masalsı ortam bir an önce okumaya doğru itti beni…Her okuyuşumdan önce ve sonra yüzümde bir gülümsemeyle “…Marquez bunu nasıl hayal etmişte yazmış?…” demekten kendimi alamadım. İçeriğinde, çok ince bir şekilde işlenerek yer alan, bir toplumun yalnızlık duygusu öyle güzel öyle hassas ve öyle masalsı ele alınmış ki okurken ruhun kanatılarak incitilmiyor da adeta ruhuna nakış gibi işleniyor…
Yıllar sonra Yüzyıllık Yalnızlık kitabını sonunda okumuş olarak yazarın hayatını okuduğumda ise bir toplumun yalnızlığını yazılarına o kadar ustalıkla nasıl işlediğini bir nebze de olsa anladım. Kendisi, düşünceleriyle ve eylemleriyle o yalnızlık duygusunun içinde o kadar derinleşmiş ki…Röportajında okuduğuma göre bunu en çok da babaannesinin yaşadığı ya da yaşamadığı, kimisi çok trajik olan olayları bile umursamaz bir biçimde kolaylıkla anlatıvermesi, hiç durmadan yeni bir şeyler, efsaneler, hikâyeler anlatması, Marques’in anlatımlarına zenginlik katmış…Tüm o anlatımları içselleştirdiği gibi üstüne çok düşünmüş çok okumuş çok gezmiş çok konuşmuş ve hep tasarlamış. Yine kendi deyişiyle bu romanını nasıl yazacağını onbeş onaltı yıl düşünmüş, tasarlamış ve sekiz ay içinde de yazıp bitirmiş.
Bu roman satar mı acaba diye merakla beklenirken, 21. yüzyılda, İspanyolcadan neredeyse tüm dünya dillerinde çevirisi yapılan, en iyi kitap listelerinde yer almış.
Tüm bu bilgileri de okuduğumda “…iyi ki sonunda bu kitabı okumaya karar vermişim…” diyebildim.
Bir yanıt yazın