Bu yaz okuduğum en etkileyici kitaplardan biriydi. Kitabı seçerken deniz kenarında okuyacağımı bilmiyordum henüz. İçinden rastgele bir sayfayı seçip okuduğumda “…bu kitabı yanımda götüreyim ve sahilde okuyayım…” dedim kendi kendime. Sonrasında kitap ile ilgili araştırma yaparken Virginia’nın kitabın düzeltmelerini, yazdığı cümlelerin, bir dalganın sahile gel git yapışı ile uyumlu olacak şekilde yaptığını okuduğumda çok ilginç geldi. Bir sahilde okumasam bunun nasıl olduğunu anlamayabilirdim. Anladığımda da çok etkileyiciydi doğrusu…İster büyük bir dalga gelsin kumsala ister küçük bir dalga, ister kısa aralıklarla gelsin ister uzun aralıklarla…Gerçekten her cümleyi okuyuş ve içimde hissediş o kadar uyumlu oluyordu ki…Cümlelerin şiirsel tonlamalarını o kadar içimde seslendirebiliyordum ki…Yazar anlatmak istediklerini bundan daha iyi nasıl canlandırabilirdi ki…
(Bu arada nedense Amin Maalouf ile bir özdeşim kurdum, ilginç! Bunu bir kendi kendime düşüneyim, neden böyle hissettim. Elle tutulur bir şey bulursam buradan da paylaşırım:))
“…Bahçede yapılacak işler…” başlıklı yazılarıma ve instagramda paylaştığım şiirimsilere bazen göz atıyorum ve güneş ışınları ile ilgili yorumlarım olduğunu seçebiliyorum. Bu bir yazıyı yazarken okuyana da günün o saatinde hissedilen duyguyu ya da olayları anlatma isteği mi? Üzerinde tekrar düşünüp öyle yazmam gerek. Virginia ise 1931 tarihinde yazdığı “Dalgalar” kitabında karakterler hakkında yazarken ve hayatın farklı bir bölümünden bahsederken günün hangi saati olduğunu biz okuyuculara hissettirmek ya da düpedüz bilgilendirmek için güneşin konumunu ve ışınları dünyaya vurduğunda bitkilerden, camlardan, eşyalardan yansımalarını öyle güzel betimlemiş ki… Öyleki bu doğal anlatımın etkisiyle bazen nefesimi tutarak okuduğumu farkettim. Bu arada sahildeki dalgaları hissettiğimde ve dalgalara yan gözle baktığımda, nefesimi tuttuğum anlarda dalgaların sahile doğru geldiğini nefesimi bıraktığımda dalganın da kendini bırakıp denize doğru çekildiğini görmek çok büyüleyiciydi…”Ben de tam anlatıldığı gibi hissetmiştim ama tanımlamaya çalışsam bu şekilde tanımlayabilir miydim acaba?” sorusunu çok kez sordurttu ve cevabını da halen merak ediyorum doğrusu:) Yazar bunu nasıl yazmış nasıl hissettirebilmişti?
Kitapta pek çok tasvir var. Hepsi birbirinden etkileyici. Bazen kendimin de takılıp kaldığı betimlemelerin bu kitapta belirivermesiydi belki de beni etkileyen…Camdaki bir ışık huzmesinin görünmesinden, güneşin konumuna, doğadaki canlılardan rüzgârın hissettirdiklerine, içinde yer alan konuşmalardan dışında söylediklerine kadar tüm betimlemeler…ne kadar incelikliydi…Burada da bağlamından koparıp yazacağımdan etkisini ne kadar hissettirebilirim bilmiyorum ama örnek olarak kuşlarla ilgili tasvirlerinden birini yazayım:
“Bahçede, şafakta o ağacın, şu çalının üstünde ara ara gelişigüzel öten kuşlar, şimdi tiz, keskin sesleriyle bir koro oluşturdular; kâh arkadaşlığın bilincindeymişçesine birlikteler, kâh soluk mavi göğe seslenirmişçesine yalnızlar.”
Bahçemde sürekli salyangozlarla uğraşıp onları sebzelerimden ya da çiçeklerimden uzaklaştırmak üzere topladığımı bahçe yazılarımda anlatıyorum sık sık…Toplarken bir yandan da hareketlerini, yaşantılarını gözlemliyorum elbette…Virginia Woolf ise bu katapta salyangozlarla ilgili gözlemini kuşların gözünden yazıyor. İşte o cümlelerden biri:
“…çimenlerin üstünde gri bir katedral gibi yükselen bir salyangoz kabuğuydu; yanmış gibi koyu renk halkaları ve çimenin yeşiliyle gölgelenmiş şişkin bir yapı…”
Bu arada bu kitaptan çok hoşlanmadıklarını, anlamadıklarını söyleyenler de oldu. Ben ise soluksuz okuduklarımı bir insanın nasıl bu kadar güzel bir şekilde betimleyerek yazıya dökebildiğini adeta iç çekerek okudum. Bu duygu her kitapta açığa çıkmadığı içinde çok lezzetli oluyor haliyle..:) Tabii ki herkes aynı kitabı severek okuyamaz. Maalesef kimin söylediğini unutttum ama cümle aşağı yukarı şöyleydi: “…bir kitap yazıldıktan sonra okuyan herkes tarafından tekrar tekrar yazılır. Bu sebeple aslında kimse aynı kitabı okuyamaz…”
Kitapta yedi karakter var ama altı tanesi yani Bernard, Susan, Rhoda, Neville, Louise ve Jinny hakkında net anlatımlar varken yedinci karakter Percival, yazar dahil yedi kişinin iyi tanıdığı bir kişiyken okuyucunun yani benim, bu yedi kişinin bulunduğu dünyaya sonradan gelen kişi olarak, tüm karakterlerin sadece bazı anlar için Percival hakkındaki duygularından yazarın yazdığı kadarını bilebildiğim bir karakter. Percival bazı dönüm noktalarında karşımıza çıkıyor ve kendine ait diyalogları yok. Percival sanki ulaşmanın zor olduğu ve herkes tarafından hayran olunan biri gibi sanki…Tuhaf denebilir…Elbette okuyucu olarak yazarın yazdığı kadarını okuyoruz ancak zihnimizde tamamlayabiliyoruz. Burada tamamlanamayan durumların çokluğu söz konusu benim açımdan. Aklıma sınıf örneği geldi burada: Öğretmen olarak sınıfın içindeyken öğrenciler bir öğrenciye bakarak gülüşmeye başlarlarsa hiç soru sormadan bile kimin kime ne için güldüğünü tahmin edebilirsiniz. Ancak siz sınıfa girdiğinizde hepsi pencerenin önüne toplanmış dışarı bakarak gülüşüyorlarsa durumu kavramak için soracak çok sorunuz olur.
Ayrıca kitapta tüm karakterler çocukluklarından, okula başlayışlarından, hayatın içindeki durumlarından, büyümeleri ve yaşlanmaları süreçleri içerisindeyken Percival tüm bu dönüm noktalarında nirengi noktası gibi sunuluyor. Ayrılık hakkındaki duyguların bazıları Percival’in Hindistan’a gitmesi ile verilmeye çalışılırken Percival’in erken ölümü ile ölüm karşısında hissedilen çaresizliğin derinliği anlatılıyor.
Bilinç akışı tekniğinin bu denli etkili olduğu bir kitabı okumak oldukça etkileyiciydi. Susan’ın bahçe ile ilgili bir düşüncesinde “…yazı yazan bir hanımefendi görüyorum…” cümlesini okuduğumda “…ben de yazarın burada bir yerde kendini hissettirdiğini düşünmüştüm…” diye bu eşzamanlılığa şaşırdım mesela…(Bu sebeple de karakterlerden bahsederken “…yazar dahil…” diye yazıyorum:)).
Son söz: Güzel bir kitaptı. Tekrar okurum diye düşünüyorum. Yine bir sahilde otururken:) Bana göre, bu kitabın cümlelerinin yarattığı etki sahil kenarında okunduğunda daha iyi hissedilebilir gibi geliyor. Hiç değilse sahile vuran dalga sesi ile ilgili bir video da açılarak okunabilir belki…
Not: Daha önce okumadığım için önce çok üzüldüm ama “…demek ki bu yaz gelmiş sırası…” diyerek teslimiyetçi bir düşünce ile hemencecik bu üzüntümden vaz geçtim. Yine de üzülmeden düşünüyorum: Acaba ortaokul ve lisedeki yazdığım kompozisyonlara 100 veren edebiyat hocalarım “…okursan iyi olur…” deselerdi ya da ben kitapçılarda dolaşırken rastlayıp alsaydım bunca yıl içinde, kendi yazı tarzımda ne gibi etkileri olurdu? Neyse “zaman” göreceli bir kavram zaten öyle değil mi?