Saatleri Ayarlama Enstitüsü…

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu harika eserini yıllar önce okumak istemiş okuyamamıştım. Açıkçası akıcı gelmemiş ve okumayı bırakmıştım. Birkaç yıl önce tekrar elime aldığımda ise neredeyse elimden bırakmadan okuyup bitirmiştim. Bu sene tiyatro oyunu olarak adını gördüğümde de bilet almak için abonesi olduğum bir bilet alma uygulamasının web sitesine sürekli girip baktığım hâlde ya en arka sırada yer kalmış oluyor ya da bilet tükenmiş oluyordu. Oyunun oynadığı salon Congresium çok büyük olduğundan arka sıradan oyuncuyu nokta kadar görebileceğimden de tercih etmiyordum. Ancak arka sıradan biraz daha önde bir yerde bilet bulunca kaderime razı gelerek:) aldım artık…

Oyun tek kişilik bir oyundu. Oyuncuyu dizilerden tanıyordum ama tiyatro ile dizi oyunculuğu aynı değil elbette. Üstelik Saatleri Ayarlama Enstitüsü akıcı olmayan bir metne sahipti bakalım dramaturg tiyatro eserine çevirirken nasıl bir sonuç ortaya çıkmıştı?

Congresium’dan içeriye girdiğimde aynı zamanda giriş katında kitap fuarı da vardı ve her yer çok kalabalıktı. Gerçi fuar stantları yavaş yavaş kapanıyordu. Yukarıya çıkan yürüyen merdivenlere yöneldiğimde ise yan yana üçer beşer kişi olmak üzere büyük bir sıra oluştuğunu gördüm ve klişe cümlemi kurdum hemen “…sen gelmediğinde kimse yok sanıyorsun herhalde:)..”.

Bilet bulabildiğim yerden bile oyuncuyu nokta değilse virgül kadar görebiliyordum ki sahnenin üst tarafında her iki yandaki barkovizyonlar imdadıma yetişti. Kitaptaki tüm karakterleri tek başına tek tek aksanlarıyla beraber canlandıran Serkan Keskin’in tüm duyguları seyirciye geçirebilmesi müthişti doğrusu…Ben de bir perdeden seyrediyor bir de sahnedeki duruma göz atıyordum. Görebildiğim kadarıyla:)

Tanpınar’ın 60’lı yılların başında yayınladığı romanı, Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyetin ilk dönemlerine kadar olan zaman diliminde, modernleşme süreci geçiren bir toplum ve o toplumu oluşturan bireylerin yaşadıkları kimlik bunalımını anlatıyordu. Bu anlatım esnasında Tanpınar, zaman kavramını bir metafor olarak kullanıyordu. Zaman ve saat kavramları adeta insan yaşayışı ile özdeşleştiriliyor, insanın geçmişiyle olan bağını sorgularken geleceğe dönük belirsizliklere karşın tutumunu da ele alıyordu. Burada oyunda da birkaç kez tekrarlanan bir cümleyi alıntı yapmak istiyorum:

“…saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır…Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur…”

Hem kitapta okuyup hem oyunda dinlediğim zaman cümle kafamda “…yürüyüşü zaman…” tanımı “…kadranı zaman…” şeklinde evrilmiş. Kadran yani sayıların üstünde yer aldığı nesne…Acaba içimde bir yerlerde benim için zaman yürüdüğüm değil de durduğum yerde mi işliyordu? Oldum olası “evim” de zaman geçirdiğimi , seyahatte ise “zamanın benim için adetâ durduğunu düşünmek” bu sebepten miydi?

“…Bazen düşünüyorum, ne garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız? …”

Tanpınar’ın bu söylemini hem okuyup hem duyunca Einstein’a atfedilen bir cümleyi yine yazmanın yeri geldi: “…zaman sevgilinin yanında geçiyorsa bir saat bir dakika gibi ; ancak sıcak bir sobanın yanında oturarak beklemek gerekiyorsa bir dakika bir saat gibi geçer.” Hangi zamanı, nerede, nasıl geçirdiğimiz önemli ve her ne şekilde olursa olsun sayaç geriye doğru sayıyor… Mümkün olduğunca şikâyetçi değil öğrenci olalım derim…

İşte şimdi etkilenmemenin mümkün olmadığı bir cümle daha alıntılıyorum:

“…Fakat neyi anlatabilirdim, kime anlatabilirdim? İnsan neyi anlatabilir? İnsan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? Yıldızlar birbirleriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz…”

Çok etkili değil mi? Bu blogu açmaktaki sebeplerden biri de bu değil miydi? Buradaki konuşmak fiili sadece konuşmak değil elbette ki…Konuştuğunuzda konuştuğunuzu aktarabiliyor musunuz? Yoksa sizin ağzınızdan çıkan cümleler, sözcükler muhatabının kulağına giderken onun anlamak istediği şekilde değişiyor, yön mü değiştiriyor? Anlattıktan sonra paylaşmanın rahatlığını hissedebiliyor musun hissedemiyor musun? Yoksa sen bir şey anlatırken karşındaki seninle beraber ortamdaki bir başkasını mı dinliyor, hatta sen konuşmaya devam ederken diğer kişiye cevap verip sonra sana dönüp “…pardon canım ne diyordun…” mu diyor? Şahsen öyle bir anda bedenim orada olsa da ruhum kalkıp gidiyor oradan ve oraya da gelmiyor artık… İşte önemli olan bu…Bu sebeple yıldızların bile -aralarındaki milyonlarca metre mesafeye rağmen- konuşabileceği metaforuna inanabilir de insan, insanın insana anlatmak istediğini tam olarak anlatabileceğine ve gerçekten dinleneceğine inanmak zor.

Anlatacak, yazacak çok şey var da oyunu seyretmenin büyüsüne geri dönmek lazım. Eserin tiyatroya uyarlanmış şekli de çok güzeldi. İyi ki gitmişim dedim. Serkan Keskin’in diyaloglarını canlandırdığı karakterleri, önceden çekip aynı anda etkileşime girmesi enteresan ve de güzel olmuş. Böylelikle tek kişilik oyunlarda düşülen monotonluğa düşülmemiş. Kitabı okumakla tiyatrosunu seyretmek elbette aynı değil. Bence kitap önceden mutlaka okunmuş olmalı sonra da oyunu seyredebilmeli. Bu şekilde katmanlı düşüncelerin arasında keyifle gezinerek çeşitli düşüncelere yol verebilir insan kendince…

Bu yazımda yazmak istediğim çeşitli aşamalar daha vardı ancak radyo dinlerken bugünün Uluslararası takvim ve saat uygulamasını kabul edişimizin yıldönümü olduğunu öğrendim. Yasa 26 Aralık 1925 yılında kabul edilmiş, 1931’de yeniden revize edilmiş. “E o zaman benim saatleri ayarlama enstitüsü yazımı bugün yayınlamak oldukça mânâlı olmayacak mı?” diye sordum kendi kendime ve yazısal gevezeliğimi bir tarafa bırakarak yayınlıyorum şimdi. Sürçü lisan ettiysem affola 🙂


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir