İşte yine kitapçı rafından üstündeki soluk renklere rağmen bana gülümseyen, arka kapak yazısıyla da “alıp oku lütfen” diyen bir kitap Postane Günlükleri...(Bu arada bu romanı Ağustos 2024’de okuyup taslak yazımı yazmaya başlamışım ama diğer taslakların arasında altta kalmış biraz. Bugünlerde düzenleyip yayınlamakmış kısmet…)
Vigdis Hjort kimdir?
Vigdis Hjort, 1959 Norveç doğumlu bir yazar. Aile ile ilgili konularda romanlar yazmış, yazdığı romanlar sebebiyle çokça eleştirilmiş bir yazar. Olayları kendi deyişiyle varoluşsal çığlıklar atarak sözcüklere döken bir yazar. Postane Günlükleri romanı 2020 Believer Roman Ödülü ve Norveç Edebiyat Eleştirmenleri Ödülü’ne layık görülmüş.
Yazarın kim olduğuna ilişkin araştırırken okuduğum, kendisiyle bir İngiliz gazetesinin yaptığı röportajda, annelik kavramıyla ilgili söylediği pek çok şeyin arasından “…anneliği kendiniz deneyimlediğinizde, kendi annenize ilişkin bakış açınız doğal olarak değişir.” cümlesi beni gülümsetti çünkü bizim ülkemizde de sık sık “…anne olunca anlarsın…” cümlesi kurulur.
Postane Günlükleri romanında hangi anlayış vurgulanmaktadır?
Bu başlık altına açıklamayı direkt kitabın ilk sayfasından alıntılayarak yazmak istiyorum:
Hjorth, neoliberal dünyada varoluş endişesinin, çalışma yaşamının ve anlam arayışının insan ruhunda açtığı yaraları ele alan bu romanda yazma ve yazarak insanî bağlar kurma edimlerini vurgular.
Postane Günlükler romanının konusu nedir?
Ellinor, indüksiyonlu ocakta kullanılmayan tencereleri bodruma kaldırırken günlüğünü bulur. Tereddüt etsede okumaya başlar ama o sayfalardaki kendisine çok uzaklaşmıştır. Öyle ki o sayfalarda başlayan cümleler “…ben yerine birisi diye de başlayabilirdi…” diye düşünecek kadar uzak…Birden şimdiki hâlinin de kendisine yabancılaştığını ve nişanlısı Stein ya da kız kardeşi Margrete’nin söylediklerini duyuyor, yapması gerekenleri yapıyor ama duygu olarak hissetmiyor oluşunu farkediyor. medya danışmanlığı yapıyor ama yaptığı işte kullandığı dilin mutluluk içemediğini farkediyor. Bir gün iş arkadaşlarından Dag’ın patron Rolf’un masasına bıraktığı mektubu okuyunca, aynı ortamda çalıştığı iş arkadaşı Dag’ın her gün orada olup olmadığından emin olamaması içine düştüğü varoluşsal problemi iyice açığa çıkarıyor. Dag’ın cenazesinin bulunuşu, ailesine haber verme ve defnedilme süreci ve arada ödemelerin zamanında yapılabilmesi adına işlerin yapılmaya, verilen sözlerin yerine getirilmeye gerekmesi gibi durumlar Ellinor ile Rolf’un birbirlerinden hazzetmeseler de birlikte iş yapabilme yeteneklerini artırıyor. Yeni aldıkları işi yapıp başardıklarında her ikisi de pek çok konuda değişiyorlar ve başarılarıyla Dag’ı da onurlandırdıklarını düşünüyorlar. Ellinor’un nişanlısı ve kardeşiyle olan bağı da tekrar değişim gösteriyor.
Postane Günlükleri romanı hakkındaki düşüncelerim:
Kitabın sonunda Ellinor’un yeniden kendine bir günlük alması yani yazmaya karar vermesi onun yeniden hayata karşı tutunduğu ve anlatabileceği şeylerin farkına varması demek olduğu için sevindim. Bu insanlık adına her zaman umudun olduğunu gösteriyor. Yine romanın son cümlesi de çok değerli ve diyor ki: “Bütün mesele cesur seçimler yapmakta…Bu seçimler ister büyük ister küçük şeylerle ilgili olsun.”
Ayrıca Dag’ın bıraktığı flash belleği okuduğunda, Ellinor’un “Geçip gitmiş olanı geriye doğru anlayabildim.” cümlesi varoluşçu, felsefeci Kierkegaard‘ın ” Hayat sadece geriye doğru anlaşılabilir ancak ileri doğru yaşanmalıdır” sözüne gönderme olduğunu da yazar sayfada dipnot kullanarak bize iletmiş. Burada yaşanan bir olayın, o olayın içindeki her bir kişinin olayı geriye doğru yaşadığında, aynı olayı farklı şekillerde yeniden yapılandırdığını görerek ve ileriye doğru anladığımız şeylerin bu şekilde farklılıklar gösterdiğini anlamamız gerektiğini yazmak isterim. İşte bu durumda ortada bir gerçek varken nasıl olup da etrafında farklı farklı gidiş yollarının olduğunu anlayabiliriz. Çok kısa iki sözcük de kullanabiliriz burada: “Bakış açısı”. Bakış açısına dair daha magazinsel bir meseleyi, Türk kahramanlar üzerinden okumak isterseniz Nermin Yıldırım’ın Bavula Sığmayan adındaki öykü kitabının ilk üç öyküsünü okuyabilirsiniz.
Felsefenin güzelliklerinden biri de bu değil mi? Bakış açısı işte… diyerek geçiştirip gidiverdiğimiz şeylerin aslında ne kadar derin anlamlar içerdiği etraflıca düşünülüp taşınılabilse gürültülü konuşmalar yerine nitelikli ve nicelikli konuşmalar yapılıp en iyi yol süratle bulunabilir.
SONUÇ, bu, mekânı Oslo olan roman, bana dünyanın bir başka tarafında yaşanan bazı olayların kurgusal bir şekilde aktarılmasıyla, kişilerin içinde bulundukları toplumda, insanlığa dair çabaları, kendilerine dair varolma güdüleri hakkında çok şey düşündürdüğü için mutluyum elbette…
NOT: Bütün kitaplarımda olduğu gibi bu kitabı da kendi paramla aldım ve okudum ama #reklam yazmak gerekiyorsa yazalım bari…
Bir yanıt yazın