Kazuo Ishiguro, 1954 yılında Nagazaki’de doğmuş ve küçük bir çocukken ailesiyle İngiltere’ye taşınmış. Orijinal adı A Pale View of Hills olan ve Türkçeye Uzak Tepeler adıyla çevirilen, ilk romanı 1982 yılında yayınlanmış olan yazar 2017’de Nobel Edebiyat Ödülünü almış.
Uzak Tepeler romanı Kazuo Ishiguro’nun atalarından yola çıkarak kurguladığı bir roman. Bilindiği gibi 1945 yılında Nagazaki’ye atom bombası atılmış ve yaklaşık 240 bin olan nüfusun 74 bini hayatını kaybetmiştir. Binaların ise yaklaşık %36’sı yerle bir olmuş ilerleyen günlerde radyasyonun etkisi sebebiyle ölenlerin sayısı yaklaşık 143 bine yükselmiştir.
Romanın konusu nedir?
Romanda anlatıcı olan Etsuko ikinci kocası ile İngiltere’ye taşınan iki kızı olan Japon bir kadındır. Kızlarından Keiko ailesinin yanından ayrılıp Manchester’a taşınır ve bir süre sonra evinde intihar etmiş şekilde bulunur. Etsuko’nun İngilteredeki evinde Keiko’nun odası, penceresinden meyve ağaçları görünen güzel bir odadır. Etsuko, Keiko evinden taşındığında onun odasını hiç değiştirmez sadece kapısını kapatır. Etsuko’nun Londra’da yaşayan küçük kızı Keiko’nun cenazesine katılmaz ama bir süre sonra annesini ziyarete gelir. Her ne kadar anne kız birbirlerini sevseler de Keiko’nun intiharı ortamda bir gerginlik yarattığından bu sevgiyi açıkça gösteremezler, bunda Niki’nin mesafeli duruşu etkendir. Yine de arkadaşlarından birinin Etsuko’nun ayakları yere basan tavrından etkilenip onun hakkında bir kitap yazdığından bahseder annesine. (Arkadaşının bunları bilebilmesi için Niki’nin annesinden bahsetmiş olması gerekir öyle değil mi? İşte Ishiguro bunları hep biz okurlara bulduruyor!). Etsuko’nun sık sık hatıraları gözünün önüne gelir. Saçiko ile tanışması, tuhaf davranışları olan kızı Mariko, Saçiko’nun Amerikan erkek arkadaşı ve Saçiko’nun onunla Nagazaki’yi terk etme planları…
Roman hakkındaki görüşlerim:
Etsuko’nun hatıralarında ilk kocası Jiro ile Nagasaki’nin doğusunda, kendi deyişiyle “…birkaç dönüm kurumuş çamur…” yakınlarında yeni yapılan bir apartmanda yaşadığı günler var. Apartmanları, radyasyondan dolayı çoraklaşan ıssız bir arazinin yanında yer alıyordu. O bölgede yaşayan insanlar, yeniden yapım sırasında sürekli bir faaliyetin ortasında olmaları ve yaşamlarını yeniden kurma çabalarından dolayı kendilerini karmaşa içinde hissediyorlardı. Elbette bu sırada bir de yakın zamanda yaşadıkları dehşeti ve yakınlarını kaybetmenin derin üzüntüsünü de geride bırakmaya çalışıyorlardı. Mahalleye yeni taşınan, kimseyle konuşmayan ve yıkık bir kulübede yaşayan Saçiko, onun Amerikalı, gizemli erkek arkadaşı ve kızı Mariko’dan hoşlanmıyorlardı ama ilgilerini de çekiyordu. Sadece Etsuko, devamlı ama ısrarcı olmayan davranışlarıyla Saçiko ve Mariko ile iletişim kurabilmişti.
Ishiguro, romandaki karakterlerin tümünde nazik ama ısrarcı ve ödün vermeden sürdürülen bir nezaket dilini kullanıyor. Ben de okurken bu davranış şeklinin, kültürel bir yaklaşım mı yoksa yazarın kurgusundan mı kaynaklandığını merak ettim doğrusu…Bunu da ayrıca incelemek gerekir.
Ishiguro, bu romanında sırlarla dolu bir hikâye anlatımını benimsemiş görünüyor. Okurken bazen konuların arasında bir kopukluk hissediliyor. Acaba bunu sayfa sayısını az tutarken okuyucuya ödev gibi mi düşünüyor? Hem Saçiko’nun hem Etsuko’nun geçmişleri bir sır sanki…İkinci kocasıyla İngiltere’ye gelmiş, gelmiş de ilk kocası Jiro’dan Keiko’ya hamile olduğu dönem sanki yok gibi…Ya sonrasında Jiro’ya ne oldu? İkinci eşi ile nerede nasıl tanışıp evlendi de nasıl İngiltere’ye gitti? İkinci kocasının, Keiko’nun Jiro’ya benzediğini söylediğini ve onun tam bir Japon olduğunu belirttiğini ve kendisinin ikinci çocuğuna İngiliz adı vermek istemesine rağmen ikinci kocasının doğuyu da çağrıştıran Niki adını koyduğundan bahsediyor da arada ne olduğunu anlatmıyor. Arayı okurken okuyucu mu tamamlasın diyor? Aslında gerçekten bir süre sonra kitabı hatırlamaya çalıştığınızda aradki bu boşlukları doldurduğunuzu hissediyorsunuz:)
Roman’da bir diğer önemli karakter de Jiro’nun babası Etsuko’nun kayınpederi Ogata San…İkinci Dünya Savaşı’ndan önce okul müdürü olan eğitimci Ogata San oğlu ve gelininin evine kalmaya geliyor. Etsuko ile çok nazik sohbetler yapıyorlar ve oğluyla bitmeyen bir satranç oyunu oynuyorlar. Oğlu pek oynamak istemese de Ogata San iki çift sohbet edebildikleri bu zamanları adeta kutsal bir törenmiş gibi bekliyor.
Ogata, oğlunun arkadaşı Şeigo’nun Ogata’nın eğitimci olduğu yıllarda onun ve öğretmen arkadaşlarının uyguladıkları eğitim- öğretim yöntemini beğenmeyen hatta acımasızca eleştiren bir makalesini okur. Ogata San günlerce Şeigo’nun bu makaleyi neden yazdığını anlamaya çalışır. Sonra da aslında davranışlarını, çalışmalarını beğendiği bu adam ile geçmiş ve bugüne dair yüzleştiği, sahne oldukça etkileyicidir.
Bir diğer önemli kahraman da bayan Fujiwara’dır. Savaşta eşini ve iki oğlundan birini kaybetmiştir. Hayatta kalan oğlu yazar ile aynı adı taşımaktadır, Kazuo…Hani yabancı bir şehirde önceden tanıştığınız, aslında samimi bile olmadığınız bir arkadaşınızı görür de sanki çok samimiymiş hisleriyle dolup selamlaşırsınız ya işte Etsuko ile Ogata San, Fujiwara’nın çalıştığı yere gittiğinde Ogata ile Fujiwara’da öyle içten selamlaşırlar. Sonra da üçü arasında çok tatlı sohbetler gelişir, öyle hatırlıyorum:)
Roman hakkındaki çıkarımlarım:
Etsuko’nun Mariko ile olan diyalogları, Saçiko ile yaptığı kısa kısa sohbetleri kitabın ortasından itibaren içinize bir yansıma hissi bırakıyor. Sanki Etsuko ile Saçiko, Mariko ile Keiko aynı kişi gibi…
İlginç olan kısımlardan biri de bu: Kazuo, insan hafızasının güvenilmezliği ve insanın geçmişteki travmatik olaylardan uzaklaşamamasını kitabındaki karakterlere öyle bir giydirmiş ki bugün bu konuda türlü açıklamalar yapan kuantumculara taş çıkartır:) Ardından da karakterlerden özellikle Etsuko’ya kendini suçlama duygusundan arınmak ve üzüntülerinin ve yas duygularının üstesinden gelebilmesi için hayalî çağrışımlar yaratması metodunu uyguluyor gibi…Etsuko’nun daha romanın ilk sayfalarından birinde (düzenlemede buldum, sayfa 36) “Bu olaylarla ilgili anılarım zamanla bulanıklaşmış, olaylar pek de bugün anımsadığım gibi olmamış olabilir.” cümlesi okurken bilmeden insanın içine işliyor ve şüphe tohumlarını ekmeye başlıyor. Karakterler kafanızda yerli yerine oturmaya başlıyor.
Sonuç:
İlk romanı Uzak Tepeler olan yazara hayran olmamak mümkün değil. Bundan sonra yazdığı ve Türkçeye çevrilen romanlarını şimdiden merak ediyorum. Önceliği 2021’de yayımlanan Klara ile Güneş‘e vereceğimi düşünüyorum.
NOT: Bütün kitaplarımda olduğu gibi bu kitabı da kendi paramla aldım ama sanırım #reklam yazmak gerekiyor.
Bir yanıt yazın