Yine bir kitapçıda kitap raflarının arasında kitapları incelerken bu kitap gözüme çarptı. Kitabın sırtından “Gökten Düşen Şeyler” adını okuduğumda ne düşüyormuş acaba diye düşünürken muziplik olsun diye mi bu isim konmuş acaba merakıyla elime alıp incelemeye başladım. Arkasında yazan cümlelerden biri şöyleydi: “…Bu kitap, mümkün imkânsızlıkların ve uzak ihtimallerin yakınlığı üzerine, hayata dair bir hikâye; zaman, sevginin gücü ve değişimin kaçınılmazlığı üzerine uzun soluklu bir düşünce.” Bu cümleyi okuduktan sonra romanın ilk sayfasındaki şu cümleler de dikkatimi çekti: “…Yetişkinler sürekli olarak çocukların ne düşündüğünü sorgular. Gelgelelim çocuklar net cevap verselerdi, yetişkinler endişelenirdi sanırım…yetişkinler arabanın arkasında oturan çocuğun karşıdan gelen kamyonları ya da trafik işaretlerinin harflerini saydığı ya da parmaklarla prenseslermişçesine oyun oynadığını düşünür, oysaki çocuk aslında bir yetişkinin tavırlarına ya da zaman kavramına takılmıştır…”
Sayfaları çevirdikçe anlatımın çocuk Saara’nın dilinden ama oldukça olgun, saflıkla ancak beklentimin ötesinde bir bilgelikle üstelikte oldukça sade cümlelerle olması şaşırtıcı bir güzellikti. Şiirsel cümleler değil ancak yazılanların çocuk gözünden yazılmış olması bir lirik şiir okuma coşkusu yaratıyordu. Tabii ki bu kitap alınıp okunmalıydı; aldım:). Bayramda yaptığımız İskandinav ülkeleri gezisinden sonra karşıma Finlandiyalı bir yazar çıkması da nasıl bir tesadüf bilemedim artık…Üstelik elime aldığım ikinci kitapta Oslo’lu bir yazar olan Vigdis Hjort’un “Postane Günlükleri” adındaki kitabı oldu ki onu da sonra anlatacağım.
Gökten Düşen Şeyler kitabının yazarı Finlandiyalı Selja Ahava, Fince aslından çeviren Özge Acıoğlu ve kitabın editörü Ayşe Tuba Ayman. Selja Ahava’nın ilk romanı “The Day the Whale Swam Through London” imiş ve ödül de almış. Orijinal adı “Taivaalta Tippuvat Asiat” Türkçe adı ise “Gökten Düşen Şeyler” olan romanıyla 2016’da Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nü almış. Selja Ahava hâlen Finlandiya’da yaşamını sürdüren çağdaş bir yazar. Yani yazacağı kitapları uzun yıllar daha takip edebiliriz:)
Kitabı okumaya başladığımda Saara’nın annesi için ayrı ayrı durumlarda yaptığı tanımlamalar vardı ki çok tatlıydı. İşte bu tanımlamalardan küçük bir kesit: “….annem…önce sobanın kapağını açar, alevlerin karşısında kıyafetleri ısıtır ve sallayarak soğutmaya bırakır. Sonra da elbiselerimi çıkarır ve mümkün olduğunca hızla giydirir…” anlatımı hızla kendi çocukluğuma ve aynı sahneye beni götürdüğünde, Dünya’nın farklı coğrafyalarında annelerin benzer şartlar altında nasıl da benzer davranışlar gösterdiğini okumak -yeni düşüncelere yol açtığı için- çok zevkli olmuştu.
Devam eden sayfalarda konular, duvara boy ölçmek üzere çizilen boy çizgisi, hala ile paylaşılan güzel anlar, çocuğun annesinin anî ve ilginç ölümü üzerine babanın acısını yaşama, yaşayamama şekli, çocuğun halasına piyango çıkması hatta ikinci kez yine çıkması ve halanın bundan mahcubiyet hatta üzüntü duyarak hastalanması, kendi üzüntüsünü yaşayamama şekli ile ilgili anlatımı hikâyenin içine çekiveriyordu hemen…Annu halanın -kendi yaşadıkları gibi- normal hayatın içindeki absürt karşılanılan olaylar yaşayan insanların başına gelenleri okuyarak (âdeta “…bana damdan düşenleri getirin…” deyişimize benzer hem herkesin hayatının içinde olabilecek hem de çok az insanın başına gelebilecek fantastik olaylar), okuyup konuşup mektuplar yazarak kendini iyileştirme süreci hem kendi dilinden hem de giderek büyüyen ama büyüdüğü fark edilmeyen Saara’nın dilinden işleniyor. Romanın, çoğumuzun anladığımız ve daha çok anlamadığımız olayların arkasından söylediği gibi: “Dünya dönüyor. Hiçbir şey netlik kazanmasa da zaman her şeyin ilacıdır ve insanlar unutur…” cümlesini içeren bir paragrafla bitmesi de ayrı bir tatlılık ayrı bir -yaşamın hemen hemen her yerde içerdiği tüm farklılıklara rağmen aynı şekilde aktığına dair- rahatlama hissi yaratması olağanüstü idi.
Doğrusu kitabın tadı damağımda kaldı desem yeridir. Yazarın yeni çıkaracağı kitabı sabırsızlıkla bekliyorum.
NOT: Yeni keşfettiğim harika bir kitabevinin kafesinde kitap okuyup yeni çıkan ya da benim için yeni olan kitapları incelemeye gittiğimde Selja’nın yeni çıkan bir kitabını gördüm. Heyecanlandım, elimi uzattım ve kitap ismini okuduğumda içimi küçük bir huzursuzluk kapladı. Neden mi? Çünkü yeni çıkan kitabının adı “Böcekleri seven kadın“. Hayır burda söz konusu olan böcekleri seven bir kadının varlığı değil zirâ belirli ölçülerde ben de böceklerden, çeşidine göre, ürkebilirim, tiksinebilirim ama sevebilirim de…buradaki sorun şuydu: Nobel ödülünü alan en yaşlı insan olarak anılan Doris Lessing’in Mara ile Dann romanını okuyorum bu aralar… Romanın kahramanları gelecekteki bir buzul çağında ortalıkta gezen insan boyutundaki akrep, örümcek ve çeşitli böceklerin de olduğu coğrafyalar üzerinde hareket ediyorlar. Bu olağanüstü böceklerden, canavarlardan mı demeliyim? bilemedim, etkilenmemek için okuma anında içsel olarak sürekli telkin ediyorum kendimi…E bu durumda Selja’nın kitabını heyecanla bekliyorken böcek içerikli bir romanı hemen okumak zor olacaktı benim için…Fakat bu durum başka bir güzelliğe yol açtı…bu garip sevinç sebebiyle Selja bana darılmaz sanırım…(Sevdiğiniz yazarlarla iç sesinizle konuşur musunuz siz de?) O güzellik, Kazuo Ishuguro’nun “Uzak Tepeler” adındaki, yazarın ilk yazdığı romanı oldu. Beni asla bırakma romanıyla tanınan ve 2017 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan Ishuguro’nun daha ilk romanında nasıl bu kadar etkili bir anlatım kullandığı hayranlık uyandırdı bende doğrusu…Daha Mara ile Dann kitabını okurken bir yandan da Uzak Tepeleri okudum ve bitirdim. Bu kitap hakkında yazacağım için şimdilik burada bırakayım bu konuyu ve yazımı “Nobel ödülünü alan en yaşlı kişi” unvanına sahip Doriss Lessing’in şu sözünü hatırladığım kadarıyla yazarak bitirmek istiyorum:
“…Bizi şekillendiren, bizi iyi ve kötü için var eden hayal gücümüzdür. Kırıldığımızda, incindiğimizde, hatta yok edilmeye çalışıldığımızda bizi yeniden yaratacak olan bize ait hikâyelerimizdir.”
İyi okumalar…
Bir yanıt yazın