Yıl 2024 ve aylardan Ekim ayı…Bu sene acaba Nobel edebiyat ödülünü kim alacak diye merakla bekliyorum (bu bekleyiş sırasında Nobel fizik ödüllerini John J. Hopfield ve Geoffrey E. Hinton’un yapay sinir ağlarıyla makine öğrenimi mümkün müdür? konulu araştırmaları ile aldıklarını öğrenmiştim…Ama edebiyat ödülünü de merak ediyordum elbette…). Derken 10 Ekim günü, Güney Koreli kadın yazar Han Kang’ın “…tarihsel travmalarla yüzleşen ve insan hayatının kırılganlığını ortaya koyan yoğun şiirsel düzyazısı…” sebebiyle Nobel ödülünü aldığını açıkladılar. Açıkça söylemek, yazmak gerekirse, bu sene Stockholm’de Nobel ödüllerinin verildiği binayı ve müzesini de görme şansım olduğundan sanki başka bir heyecanla beklemiştim bu ödüllerin verilişini:). Yazarın bir kitabını geçen sene okumak isteyip daha sonra nedense okumadığımı düşündüğümde “tüh” dedim “…bak okusaydım az çok fikrim olacaktı…”. Şu ara kitapçıya gitme vaktim olmadığından hemen internetten sipariş verdim “Veda Etmiyorum” romanını…
Elbette bir ön araştırma yapmıştım. Yazarın ne anlattığına dair ve hiç bilmediğim bir konu olan 1948’deki Güney Kore’nin Jeju adasında meydana gelen Jeju ayaklanmasında yaşanılanları edebiyat aracılığıyla ve kendi üslubunca anlattığını öğrendim. Haritadan Jeju adasına ve yerine baktım. Şimdi bakınca güzel yemyeşil bir turistik ada görünümünde olan Jeju adası, kitabı okurken hiç böyle yemyeşil canlanamadı gözümde…Han Kang yaşanılanları, fonda karlar altında olan bir yerleşim yerinde anlattığından hep soğukta hep üşüyerek okudum.
Kang, kendi yaşantısının dışında olayın detaylarıyla ilgili araştırmalarını yaptıktan sonra romanında, o katliamda topluluğun genelinde ve aile içinde yaşananları, ölen kadın, erkek ve çocukları öyle etkili yazmış ki okurken sanki orada karlı bir sedir ağacının ardında olan biten her şeyi canlı canlı görüyor ama bir şey yapamamanın çaresizliğini hissediyorsunuz. Bu sebeple ben de zaman zaman okumayı bırakıp kitabı kendimden uzak tuttum. Sonra bir kaç gün sehpa üstünde durdu ama bir yandan da merak ettiğim için tekrar okumaya başladım. Han Kang geçmişte yaşanılanları Inson ve Gyongha’nın dostluğu, o dostların birbirleri için neler yapabildikleri, birbirlerinin aile yaşantılarına, hatıralarına, inanışlarına olan saygılı davranışları üzerinden öyle gerçekçi anlatmış ki…Yazılanları okurken tam şimdi bu anda iken birdenbire 1948’de olayların yaşandığı anda oluveriyorsunuz ama öyle bir oluverme ki gerçek mi, rüya mı, sanrı mı, hangisi gerçek, geçmişte yaşadığı travmayı mı şimdi yaşadığı travmayı mı anlatıyor? sorularını sorduruyor. Sordurmakla kalmıyor o buhran anlarında oturuyorsanız ya ayağa fırlamak ya da Inson gibi sırtını duvara verip dizlerini karnına doğru çekerek oturmak isteği yaratıyor. Bir iç çekip dikkatinizi yoğunlaştırıp tekrar okumaya devam ediyorsunuz. Dizi ve filmlerdeki gibi parlak ışıkla, geri gitme efektiyle yapılan bir flashback yok. Bu sebeple tam dikkatinizi verip odaklanarak okumak şart. Bu arada Ankara’da Ekim ayında Güneş varsa hava tıpkı bir ilkbahar günü gibi sıcak, Güneş yoksa da tıpkı kış günlerindeki gibi ayaza çeker ve soğuk olur. İşte bu Ekim ayında “Veda Etmiyorum” kitabını okuduğum anlarda hava güneşli bile olsa sanki kar yağıyordu benim için ve yazarın olay örgüsündeki o müthiş anlatımıyla ben de yüzümde ya da elimde eriyen kar tanelerini görebiliyordum…
Kitabı okurken harika bir dostluğun sıcaklığı da hissediliyordu elbette. Inson elini elektrikli testereye kaptırdığı için hastanede tedavi olurken Gyongha’dan kuşu Ama’ya su vermesi için evine gitmesini ister yoksa Ama ölecektir. O isteyiş bile öyle etkilidir ki telefon ekranında ansızın görünen bir mesaj…Gyongha, fazla detay yazmamak için araları atlayacağım, türlü yolculuk mücadelelerinden sonra Inson’un köyüne yakın olduğunu düşündüğü bir yerde iner ki hava kararmak üzeredir, kar fırtınası yaklaşmaktadır ve daha önce buraya bir kez gelmiştir. Neyse ki Inson konuşmalarında ona buraları betimlemiştir çoğu kez…Fırtınaya yakalanır, karlar içinde kayarak yuvarlanır, telefonunu kaybeder ama Inson’un evine ulaşabileceği inancını kaybetmez….Peki ya bu isteği yapabilen Inson, ona ne demeli…Gyongha rüyasında gördüğü kapkara ağaçlardan ve üzerindeki kar görüntüsünden bahsettiğinde Inson ona ne demiştir? “…doksandokuz ağacı dikmemiz için toprak donmadan harekete geçmeliyiz…” demiş midir? Gyongha Ama’ya su vermek için o kar fırtınasında türlü zorluklarla Inson’un evine gittiğinde, atölyede, kapkara renge boyanmış ağaç kütüklerini görmüş müdür? Yoksa Inson, o kütükleri biçimlendirirken mi elini kesmiştir? Okumak gerekir…Inson’un annesinin neden yatağın şiltesinin altına kıl testere koyma inancı vardır? Bu inancın, Anadolu’da, ölen insanların karnının üstüne bıçak konması ile bir benzerliği var mıdır?
Ayrıca okur olarak beni anılara götürerek gülümseten ve farklı ülke ve kültürlere rağmen şaşırtan birkaç an da vardı…Gyongha’nın Inson’un evinde gardırobu açtığında, çekmecenin içinden kenarına minik menekşelerin işlenmiş olduğu beyaz bir mendil bulma ânı…Sedef kakmalarla süslü olan annesinin dolabını açtığında gelen naftalin kokusunu hissettiği an, teneke kutuyu açtığında dikiş yüzüğü, çeşitli düğmeler, makas ve kartona sarılmış beyaz ipliği bulma ânı ve bunları okuyan benim dünyanın başka bir yerindeki bu nesnelere çocuksu bir gülümseyişle şaşırma ânım…Aynısını Norveç’te açıkhava müzesini gezerken de hissetmiştim. Orada da duvara asılan halıları, dantel örtüleri ve koltuklara serilen örgü şalları, gözlemeye benzer yapılan hamurların ayaklı hamur açma tablası üstünde açıldığını gördüğümde de şaşırmak demeyelim ama farklı bir aydınlanma yaşadığımı söyleyebilirim. Elbetteki üstüne açılan pek çok düşünme kanalları oluştuğunu…
Anılardan bahsetmem kitabın içindeki acıyı azaltmaya yönelik değil kesinlikle…Aksine bir insanın, topluluğun, ülkelerin yaşantısı ele alındığında acının, sevincin, hüznün ve neşenin çoğu zaman benzer olduğunu bir kez de kısaca başka bir yönden yazmak istedim.
Kitap okumak insanı her yönden besleyen bir eylem…Her zaman olayların diğer yönlerini de düşünmek ve araştırmak gerekir ki hiç de kolay olmayan uzun soluklu bir iştir. Ya da meraktır:)
Han Kang romanı okumak kolay değil ama okuyup bitirdiğinizde de o kitabın konusunu unutmanız mümkün değil…Yani kelimelerle gerçekle rüyayı, hatırlamakla sanrı görmeyi, sözle ya da susarak anlatmayı böyle bir metinde geçişlerle yazmak elbette ustalık işi…Kar yağan günlerde diğer kitaplarından birini seçip okuyacağım.
Burada annesinin onu görmediği zamanlarda nelerle meşgul olduğunu bilmeyen Inson’un araştırıp öğrendikçe, bir çok belgeyi çözümledikçe ve anılarını yeniden gözden geçirdikçe söylediği iki etkileyici cümleyi de yazmak istiyorum: “…dünyadaki en zayıf insanın annem olduğunu sanırdım…” ve “…annemin yaşayan bir hayalet olduğunu düşünürdüm…”. Elbette kitabın tamamı okunduğunda ve cümlelerin yazıldığı son sayfaya gelindiğinde gerçek anlamını bulacak cümleler bunlar.
Keyifli okumalar dilerim…
Not: Bloglar için geçerli mi bilemiyorum ama kitabın fotoğrafını koyduğum için #reklam yazayım ne olur olmaz.Kitaplarımı kendi paramla alıyorum elbette…