Sabahtan Akşama, Jon Fosse…

Hiç hüzünlü bir konunun tatlı tatlı anlatıldığına denk geldiniz mi? Bazen anlatılanı dinlerken yaparsınız bu yorumu… “…Bi dakka bi dakka gülümsüyorum hatta bazen hafif sesli gülüyorum da bu konu aslında keder içeriyor…” derken buluveriyorum kendimi…Hayatı yaşarken ne çok duygu ve duygu karışımları var değil mi? sanırım hayatı lezzetli kılan unsurlar bunlar…Tıpkı baharatları, yemeklere, zaman zaman bir ya da iki tane atıp zaman zaman da karışım halinde kullanmak gibi…

Jon Fosse Sabahtan Akşama adındaki novellasının birinci bölümünde Johannes’in doğumu, babasının eşi ve ebeyle konuşurken bir yandan da hangi duyguları yaşadığını anlatıyor. İkinci bölümünü okumaya başlarken Johannes’in büyümesi, yetişkin olması ve ailesiyle ilişkilerine dair bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Belki de baba Olai ebe Anna’yı kayıkla evine götürürken başlarına bir şeyler gelecekti, bilemiyorum. Bu şekilde okumaya geçerken ikinci bölüm “Johannes uyandı, her yanı tutulmuştu, salonda, perdenin arkasındaki yatak odasında,…” cümlesi ile başlıyordu. Demek Johannes doğmuş, büyümüş, yetişkin olmuştu. Devam eden cümlelerin ardından, daha sayfa bitmeden, “…Erna öldükten sonra…” diye başlayan cümleyi okuyunca yavaş yavaş içimi bir hüzün kaplamaya başladı. Johannes büyümüş hem de yaşlanmış olmalıydı. Derken içimde başlayan bu hüzüne eşlikçi olarak batmayan olta, ağıza tad vermeyen peynirli ekmek gibi durumlar bende şüphe uyandırmaya başladı. Sonra odunluk merdivenini zorlanmadan çıkması, yıllardan sonra ilk defa o gün kusmayışı, kendini yaşlı ama uçucu adımlara sahip görmesi bir bir zihnime kanca atmaya başladı.Devamında Peter ile konuşmaları, Johannes’in hislerini tanımlama çabaları hüzün, merak, “…gerçekten mi?…” sorusu… Johannes’in Erna’nın soğuk elini tutuşu ile şüphelerimin netleşmeye başlaması, Signe’nin babasını yolda görmeyerek yanından geçip gitmesi, Johannes’in evine gelip onu araması ama Johannes’i yani babasını görememesi, “…evet kesinlikle böyle…” diyerek bir damla göz yaşımın akması etkisi, arkadaşı Peter’in ona açıklama yaptığı sayfaya kadar sürdü. Sanırım şüphelerimin boşa çıkmasını beklemiştim. Jon Fosse olayı sade cümlelerle, incelikli bir yaklaşımla, olduğu gibi daha doğrusu o kadar hissedildiği gibi anlatmış ki kitap bittiğinde kitap elimde kalakaldı. Tıpkı gidenin ardından bakakaldığımız gibi…

Fosse’nin yazım tarzına Saramago’nun noktasız cümlelerine benzerlik vardı. Noktasız cümleleri virgüllerle sıralama ve diyalogların da anlatımın içinde herhangi bir noktalama işareti kullanmadan aktarılması değişik ama oyuncaklı bir okuma sağlıyor gibi görünüyor. Açıkçası “…kahve molam bitmeden bir kaç sayfa okusaydım…” telaşesinde, noktalama işaretlerinin yarattığı duraklamaları yaratmadığından olsa gerek, hızlı okumaya da fayda sağlıyor gibi geldi. (Öyle ya ne öğrendik noktada tam nefes virgülde yarım nefes duraklama yapılarak cümleler okunur.). Gerçekten bu kadar mı? denmeden önce bir yandan fikir jimnastiği yaptığımı belirtmek isterim hemen:)

Jon Fosse’nin okuyup bitirdiğim ama gözümün önünden ayırmadığım Sabahtan Akşama novellasını bir türlü kitaplığa kaldıramıyorum. Sanki o zaman bir kez daha bitecek gibi…

Jon Fosse ile Sabahtan Akşama kitabı ile tanıştım ve bu tanışıklık, Melankoli ve Üçleme adındaki Türkçe’ye çevirilen diğer iki kitabını da okuyarak sürsün istiyorum. Tabii ki önce aldığım ve yıl bitmeden okuyup bitireceğim deyip de henüz yarısını okuduğum Michael Proust’un Kayıp Zamanın İzinde kitap serisinin ilki olan Swanların Tarafında kitabımı bitirmek olacak ki sonrasında artık Selja Ahava‘nın Böcekleri Seven Kadın kitabını alıp okuyacağım. (Selja Ahava‘nın Gökten Düşen Şeyler kitabını okuyup çok sevmiş ve blogumda anlatmıştım.). Yanında Proust’un serisinin ikinci kitabı olan Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde’yi de alacağım elbette…2025’de okuyacağım kitaplar listemden ilk iki kitabın adını da yazmış oldum böylece… Tabii ki benim bu konudaki iştahım aniden beni başka bir kitaba sürüklemezse:))

Bence komik olan son cümlemin ardından şunları da eklemek isterim: Dijital platformda yayınlanmak üzere çekildiğini duyduğum ve çok önceleri okuduğum Gabriel Garcia Marquez‘in Yüz Yıllık Yalnızlık ve Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi adındaki kitaplarını yeniden hızlıca bir gözden geçirdim. Dizileri öyle seyretmek istedim. Uyarlamalarının nasıl olduğunu karşılaştırabilmek için…Dolayısıyla belki bir ara unutmadan onları da yazarım.

Bu yılın daha doğrusu 2024’ün en son bitirdiğim kitabı da Tatar Çölü oldu ki onu da henüz zihnimde taze iken buraya aktarmayı düşünüyorum en kısa zamanda. Zira Dino Buzzati Tatar Çölünü süslü anlatımlar içermeden, öyle etkili bir dille yazmış ki insan ne Bastiani kalesinin ne de Tatar çölünün sadece roman unsurları olduğuna inanamıyor. Zaten kitabı ortaladığınızda da “…ben ne okuyor ne anlıyorum…” sorusunu kendinize sormaya başlıyorsunuz. Neyse devamı kendisini yazacağım sayfada olsun:)

Not1: Gözlüğe rağmen kitabın fotoğrafında yayıncısı görünüyorsa diye #reklam yazayım.

Not2: Bu yazımı ocak ayında bahçede yapılacak işler yazımdan önce yazmıştım ama yayınlamayı unutmuşum. O yazıdaki depresif başlangıcımdan sonra bu yazının tatlılığı ne acaba olmasın diye tarihe not düşüyorum.


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir