Tatar Çölü, Dino Buzzati…

Geçen yıl okuduğum kitaplardan (yazıyı şimdi kaleme aldığıma göre geçen yıl demeliyim) ilginç güzellikte olan bir kitap daha Tatar Çölü (Il deserto dei tartari) … İtalya’nın Kafka’sı olarak ün yapmış olan Dino Buzzati, 1917 yılında İtalya’da dünyaya gelmiş. Tatar Çölü romanını İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1940 yılında yayınlamış ve roman çok büyük bir ilgi görmüş. İlk olarak 1949’da Fransızca çevirisi yapılmış ve uluslararası ünlenmesine vesile olmuş. Ben ise 2024 yılı Aralık ayında okudum bu güzel kitabı…Yayınlandığı tarihten 84 yıl sonra… Seksen dört yıl sonra bu kitabı okuduğum zaman diliminin Fosse’nin Sabahtan Akşama adlı kitabını okuduğum zamanla aynı âna denk gelmesi ilginç ama hoş bir rastlantı oldu benim için… Tatar Çölünü okumayı bitirirken nedense Giovanni Drogo için böyle bir son düşünmemiştim. Sabahtan Akşama romanını okurken de Johannes’in öldüğünü anladığı zaman neler olduğunu anlayabilme halini okumayı beklemiyordum. Bu okumalarımın eşzamanlılığın ilginçliği şöyle, Jon Fosse 1959 doğumlu Norveçli bir yazar, Dino Buzzati 1906 doğumlu İtalyan bir yazar ve her ikisinin yazdığı bu iki kitabın konularının da birbiriyle alakası yok. Buna rağmen birer gün arayla bitirdiğim bu iki ayrı kitabın kahramanları, sanki o an ne yaşamakta olduklarını anladıklarını hissettiren, hüzünlü bir gülümseme ile birbirlerine baktılar benim dünyamda…Böylesi durumlarla karşılaşmak da kitapların büyülü dünyasına dalabilmenin hoşluğunu yaşatıyor insana…Ayrıca 1883 Prag doğumlu Kafka’nın 1900’lü yıllarda yayınlanmış öykülerinden hiç okumuş mudur acaba diye merak ediyor insan ne de olsa onun gibi Kafkaesk yorumlamaları var…Yoksa bu durum Proust’un Swanların Tarafında romanında (şu an bu kitabı okuyorum yeniden), genç kahramanın Bergotte karakterinin yazdıklarını okurken düşündüğü “…tıpkı benim anlatmak istediğim gibi yazmış…” gibi bir durum muydu? Acaba kendisinden bir yaş büyük, Fransız çağdaşı, varoluşçu felsefeyi anlatan, büyük felsefeci ve yazar Jean Paul Sartre ile görüş alışverişi yapmışlar mıydı* sorularını da sordurtuyor insana Buzzati… Varoluşçuluğun temel kavramlarından “umut ve umutsuzluk” kavramlarını hayatın akışına o kadar doğal ve içten bir şekilde yerleştirmiş ki Drogo ile beraber umutlanıyor ya da umudunu yitiriyor insan…

Gencecik bir teğmen olan Giovanni Drogo Bastiani Kalesine tayin olur. Arkadaşlarıyla vedalaşır. Yakın arkadaşı Vescovi, ona şehir dışına kadar eşlik eder ve kalenin ileri tabyalarından biri olduğunu öne sürdüğü bir noktayı işaret ederek Drogo ile vedalaşır. Vescovi’nin gösterdiği yere kadar zorluklarla geldiği halde ortada Bastiani Kalesi ya da sorduğunda onu bilen biri yoktur. Yola devam eder. Birisine daha rastlar ve o da daha uzak bir noktayı işaret eder. Drogo biraz daha ilerler ama akşam olmuş, atı da çok yorulmuştur. Geceyi arazi de geçirdikten sonra ertesi sabah yola çıkar.

Ertesi gün olup yola devam eden Drogo’nun, kaleye doğru yol alan ve o an hiç tanımadığı sonrasında çok iyi tanıyacağı Yüzbaşı Ortiz ile tanışma sahnesi var ki bu sahnenin bir benzeri yıllar yıllar sonra Drogo ile teğmen Moro arasında yaşanacak ve Drogo hayatındaki bir başka önemli anın yaşanışını idrak edecektir, yaşlılar sınıfına geçmenin idraki…Kitabın arka kapağındaki yazıda içerden alıntı vardır ve şöyle der: “…zamanla sesi ihtiyar sesine dönüşür…bakışları çok yaşlı bir adamın bakışları gibi sarımtrak ve camdan bir görünüş alır…” ne kadar gerçekçi ve etkileyici tasvirler öyle değil mi? Çünkü tıpkı böyle oluyor hatta ölüm ânı geldiğinde sarımtrak cam gibi olan görüntüde sarımtrak renginin yerini şeffaf bir yumurta beyazı rengi alıyor.

Giovanni Drogo’nun Bastiani kalesine gidişi, orada hissettikleri, bir yandan kaleden hemen ayrılması gerektiğini düşünürken diğer yandan için için orada kalmak isteyişi, her an Tatar çölü tarafından düşman askerler gelecekmiş gibi hazır olan tüm kale personeli ile birlikte kendilerine bile sormaktan çekindikleri “gerçekten düşman gelebilir mi?” sorusunu zaman zaman kendisine sorması ve bir gün geldiklerinde mutlaka hazır olunması gerektiğini düşünmesi, daha neler neler…Buzzati romanını yazarken öyle bir atmosfer yaratmış ki “acaba Bastiani Kalesi gerçekten var mı?” diye birkaç kere araştırdım:) Kitap kapağı da o kadar güzel resmedilmiş ki sanırım o resimden yola çıkarak Bastiani Kalesinin gerçek olduğunu düşündüm durdum. Kapaktaki resim dönemin ünlü ressamlarından John Martin’e ait , “Ay Işığı – Chepstow Kalesi” eseri imiş.( Ressamın orijinal tablosunu da görürüm umarım bir gün bir yerlerde…). Kitabın kapağını tasarlayan kişiye teşekkür etmek lazım. İyi ki bu resmi seçmiş ve John Martin ile tanışmama vesile olmuş.

Giovanni Drogo, Yüzbaşı Ortiz, Matti, Tronk, terzi Prosdocimo, Morel, Angustina, Francesko Grotta, Lagario, Lazzari, Montena karakterlerinin kalede neler yaptıklarını, karşılıklı diyaloglarını okurken bir an geliyor ve insan kendi kendine “bi dakka bi dakka bu okuduklarım sanki Bastiani kalesinde olanları değilde her an yaşamın farklı bir kesitinde olanları anlatıyor sanki…” derken buluyor. Hele o Siemoni’nin Drogo’ya, yaşamı boyunca beklediği anın geldiğini düşündüğü ve yaşamının son demlerinde olduğu zamanda yaşattıkları yok mu…Simeoni’nin başlangıçtaki dostâne davranışlarının sondaki düşmanca davranışa dönüşmesi insanoğlu için çokça tanıdık değil mi? Buzzati Bastiani kalesi ile nefis bir alegori yaratmamış mı? Bastiani Kalesi = hayat…

İnsan zaman zaman soruyor kendine, yaşam bir şeylerin peşinde koşmak, çok çalışmak ve aynı zamanda olmasını beklemek, dualar etmek, dilekler dilemek, mizaca göre kötülük ya da iyilik peşinde olmak, diğer taraftan başka şeylerin peşinde koşup emek sarfedip aynı zamanda onun olmasını beklemek; kısacası bir çeşit “bekleyerek” yaşlanmak mı? diye…

Bu arada Drogo’nun yalnızlık tanımlamaları da var romanda. Yine Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri ayarlama Enstitüsü’nden “…Fakat neyi anlatabilirdim, kime anlatabilirdim? İnsan neyi anlatabilir? İnsan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? Yıldızlar birbirleriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz…” cümlelerini alıntılayacağım burada ve peşine Dino Buzzati’nin Tatar Çölü’nden “…Drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde diğerlerinin, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti.” cümlelerini ekleyeceğim. Üstüne de hiçbir şey söylemeyeceğim…

Keyifli okumalar dilerim.

Not: Kitabın yayınevi göründüğü için #reklam yazmalıyım sanırım.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir