(Daha önce yürümeyi seven adam başlığıyla bu kitabın anlatımına başlamıştım. Sonra da yazımı yazmıştım ama taslaklarda kalmış ve yayınlamayı unutmuşum. Şimdi göz atarken gördüm ve hemen yayınlıyorum:)
Evet bu konuda yazmıştım ancak bir baktım ki kendi duygularıma o kadar dalmışım ki romanın konusunu -okuduğum an, daha yeni sindirirken- çok da iyi anlatamamışım. Bi de gereksiz bir spoiler verme korkusu!…Ayrıca farklı bir şey okurken bir baktım bu Nijeryalı yazar Teju yaşayan ve daha uzun süre biz okurlara eser bırakabilecek bir yazar… Hâl böyle olunca, okuduğum bu kitabın hakkında biraz daha yazayım istedim.
Serde öğretmenlik var ya, okuyan kişiye bazı bilgileri de hap gibi vermek istemiyorum bu sebeple… Örneğin “açık şehir” neresi ve neden bu ad verilmiş? Ben nasıl kitabı okurken öğreniyor ve üzerine yeni araştırmalar yapıyorsam bu yazıyı okuyan da öyle yapmalı diye düşünüyorum:)) Bazen de “…bu kadar kasmamak lazım; merak eden belki daha da fazlasını araştıracak ne biliyorsun?…” diyorum kendi kendime:) Bazen çelişki iyidir. İnsana yeni ufuklar açar, değişik bakış açıları sunar…
Açık şehir romanının konusu:
Kitabın ana karakteri Doktor Julius’un bir sonbahar günü yürüyüşünü anlatmasıyla başlar her şey…Henüz adını bilmeyiz bu başlangıçta…Birinin anlatımına eşlik ederiz okurken…
“…Kalabalık sokaklardan geçmek demek gün içinde görmeye alışık olduğumdan daha fazla, yüzlerce, hatta binlerce daha fazla insan görmem demekti, fakat bu sayısız yüzün bıraktığı etki, hissettiğim yalnızlığı dindirmek şöyle dursun, daha da artırıyordu… “
“…Bu yürüyüşler bir ihtiyacı karşılıyordu: İş yerimde sıkı sıkıya denetim altına alınmış zihinsel ortamdan bir kurtuluşu ifade ediyordu, bunun bir terapi olduğunu keşfettiğimde normal bir şeye dönüştüler ve yürümeye başlamadan önceki yaşamın nasıl olduğunu unuttum…”
Bir kitap sever olarak her elinize aldığınız ve severek okuma yaptığınız zamanlarda, bazı cümleleri işitilebilir ses tonu ile okuduğunuzda, bir kitapla muhabbet etmekte olduğunuzu, yazar ne de güzel anlatır bu kitapta:
“…Fakat kitap muhabbet demektir: Bir insan bir başkasıyla konuşur, dolayısıyla işitilebilir sesler bu değiş tokuşun doğal bir parçasıdır- ya da öyle olmalıdır. O nedenle dinleyicim olarak kendime yüksek sesle okuyor ve bir başkasının kelimelerine ses veriyordum…”
Ayrıca kitabın ana karakteri Doktor Julius’un, oldukça yaşlanan hocası Profesör Saito ile sohbetleri hiç bitmesin istiyor insan okurken. Bu sohbetlerinden birinden de “Dinleme” nin bir sanat olduğunu ve anlatılmayanların içinden de bir hikâye çıkarılabileceğini okumak okura sanki anlaşılabildiğini hissettiriyor bana göre…
Teju, romanının kahramanı Juilus’un kişiliğinde adım adım her yeri her şeyi tanıtarak ilerliyor, rastlantısal sohbetlere okuru dahil ediyor, sıradanmış gibi görünen çarpıcı bir anlatım benimseyerek yeni dönem roman tarzına uygun bir akış yaratıyor. Etkileyici. Geri dönüp bazı sayfalara yeniden bakma ihtiyacı duyuyor bazen insan…
Yaşamın içindeki pek çok kesite yer verdiği için de merak edip araştırmak isteyeceğim konular da sundu bana bu kitap…Örneğin, mevsim geçişlerinden bahsettiği bir bölümde “…Doğa son derece sabırlıdır, bir şey başkasının yol vermesiyle yaşam bulur; manolyanın çiçekleri de kirazın çiçekleri açarken ölür…” anlatımı beni bir dahaki ilkbaharda bu gözlemi yapmaya itmişti ve evet tam da dediği gibi oluyordu. Bu neden mi bana ilgi çekici geldi? Ben de önce sümbüllerin sonra nergislerin, lalerin, erguvanların, mimozaların, güllerin, hanımelinin, ıhlamurun çiçeklerinin birinin bitip diğerinin başlamasından ve her birinin kokusunu duymayı özleyişimden, sabırla bekleyişimi kendime ve çevreme anlatmak için konu edinirim de ondan…
Tabii ağaçlar ve çiçekler derken doğadaki yararlı böceklerden kelebek ve arıları da çok sever ve onların doğal yaşamlarının korunmasına ayrıca değer veririm. Bu kitapta da Juilus’un arılarla ilgili hassasiyeti de etkileyiciydi. Ve şöyle diyordu:
“…Belki arılar insan dünyasındaki tüm olumsuzluklara karşı hassas, alışılmadık derecede hassas. Belkide bizimle henüz çözemediğimiz bir şekilde esaslı bir bağları var ve çok yakında alık ve idrak yoksunu insanlara da görünür olacak bir felaketten etkilenen ölümleri, kömür madenindeki kanaryalar gibi bir tür uyarı.”
Romanın son bölümünde ise kahramanın Carnegie Hall’da Berlin Filarmoni Orkestrası’nın Simon Rattle yönetiminde Gustav Mahler’in Das Lied von der Erde’den sonra yazdığı Dokuzuncu Senfoni performansına gidişini ve orada hissettiklerini, sonrasında nasıl acil çıkışında kendini bulduğunu, nasıl bir tekneye bindiğini ve kendini Özgürlük Anıtı’nın tarihçesini ve anıta çarparak ölen kuşların sayılarını ve çeşitlerini etkilenerek dinlemesini anlatır. Kitap bitmek üzeredir ama hayat devam etmektedir…
Aslında kitabın her bölümünden seçilip anlatılacak çok şey var elbette ama okumak en güzeli olacaktır derim. Buna rağmen Brüksel ile ilgili bir paragrafa da yer vermek istiyorum:
“…Bruges, Ghent ya da Brüksel bombalanmamıştı. Hayatı bu şekilde idame ettirmeleri, bir bakıma boyun eğmiş olmaları ve ayrıca istila güçleriyle yapılan pazarlıklar sayesinde mümkün olmuştu. Brüksel’i yönetenler burayı açık şehir ilan etmeyi ve dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı sırasında bombalardan korumayı seçmeseler, şehir un ufak olabilirdi…” İşte bu sebeple Bruges, Ghent ve Brüksel’i gezerken hâlen Ortaçağ ve Barok dönemlerini yansıttığını görebiliyor ve tarihi eserlerin arasında gezebiliyorsunuz.
Yazımı şu anlatımın güzelliği ile bitirmek istiyorum:
“…gökyüzünde hâlâ bir parça ışık vardı; inmekte olan gece gün ışığı ve elektrik ışığı arasında asılı kalmıştı…”
Keyifli okumalar…
Not: Kitabımı tüm kitaplarım gibi kendi paramla aldım ancak yayıncısı görünüyorsa diye #reklam yazayım bari…
Bir yanıt yazın