Kitabın adını sosyal medyada okuduğumda yüzüme bir gülümseme yerleşmişti kısa bir süre…Sebebi sadece anlık bir çağrışım…2007’de çocuklarımla, bir pazar günü televizyonda seyrettiğimiz “Müzede Bir Gece” filminin adını çağrıştırmıştı. Çok eğlenceliydi birlikte o filmi seyretmek. Ben Stiller, filmdeki adı Larry, müzede gece bekçiliği işini bulur. Üç yaşlı bekçi o işten yeni emekli olmuşlar ve yerlerine Larry gelmiştir. İlk vardiyasında, müzede hava karardığı zaman gün içinde olduğu gibi her şeyin normal olmadığının farkına vardığında komik olaylar silsilesi başlar:) Neler mi oluyordu? Müzede yer alan tüm heykeller gece olunca hareket etmeye başlıyorlardı. Sabaha kadar oldukça kaotik bir durumla mücadele ediyor, sabah olduğunda da hiçbir şey olmamış gibi oluyordu her yer…Müzeden emekli olan üç yaşlı bekçi müzedeki sihirli bir taşı çalmak için müzeye girdikleri gece Larry’nin oğlu da yanında gelmişti müzeye…Larry müzeyi koruyabilmek için tüm heykellere görevler oluşturmuştu. Komik, heyecanlı dakikalar sonra müzeyi korumayı başarmıştı. İşte kitabın adını okuduğumda bu filmi izlediğimiz zamana gitmiştim, hatıralar canlanmıştı. Tabii ki kitabı merak etmiştim acaba nasıldı?
Kitapçıya gittiğimde hemen bu kitabı elime alıp incelemeye başladım. Arka kapakta ilk okuduğum paragraf şöyleydi:
” Yaşamla ölüm arasında bir kütüphane var.” dedi, “bu kütüphanedeki raflar sonsuza kadar gider.Her kitap yaşamış olabileceğin başka bir hayatı yaşama şansını sunar sana. Farklı seçimler yapmış olsan, şu an nasıl bir hayatın olacağını görürsün…Pişmanlıklarını telafi şansın olsaydı, bazı konularda farklı davranır mıydın?”.
İlgi çekici bir paragraf ve Sunday Times yorumunda “Kitapların yaşamı değiştirme gücünü kutlayan, içtenlikle ve mizahla yazılmış, baştan çıkarıcı bir roman” tanımı da etkileyiciydi. Ancak bu türlü iddialı yaşama bakış yazıları beni biraz geri adım attırır. Çünkü okuduğum kitaplardaki yaşamı kendim de yaşamış gibi düşünerek okumam ben… Hatta bu düşüncelerin çoğu masalsı gelir. Demek istediğim çoğu zaman o kadar uzak yaşamlar ve karakterler var ki sadece hayatı düşünmeme yol açan, değişik düşünce kanallarını görmemi sağlayan araçlarmış gibi gelir bana…Ben, ben olarak başka yaşamları okur, eğlenir, düşünür, hayat dersleri çıkarırım. Dolayısıyla başlıkta adı geçen kitap için yapılan tanımlamalar beni kitaptan uzaklaştırdı. Sonra kitabı kızım almış, okumuş ve bana tavsiye etti. Ben de o sıralarda İclal Aydın’ın Salkım Sokak No:5 kitabını okuyordum ve onu bitirince başlarım dedim kendi kendime:) İclal Aydın’ın 2000’li yılların başlarında çeşitli gazetelerde yazdığı köşe yazılarını okurdum sonra da Hayat Güzeldir adında bir kitap çıkarmıştı ve hemen onu da alıp okumuştum. Sıcak ve samimi havası hoşuma gitmiştir hep…Her neyse bu da başka bir yazının konusu; konu içinde konu açmayayım:))
Gece Yarısı Kütüphanesi kitabının sade ve akıcı bir dili var. Çok çabuk okunuyor. Daha doğrusu başlarda çok çabuk okunuyordu. Kitabın ikinci yarısında daha çok da Bayan Elm’in yorumlarında durup düşünmek hızı düşürmüştü. Burada şunu da belirtmek isterim ki bir kitabı her zaman hızlıca okumaya çalışmak akıllıca değildir. Bu sebeple de aynı anda birkaç kitap okumak bana iyi gelir. Her kitabın kendine ve ben de oluşturduğu hissiyata göre bir ritmi vardır çünkü… 2020 yılının “Goodreads yılın en iyi romanı” sıfatını almış bir kitaba ben pek de beğenmedim demek zormuş. Beğendim ama tekrar dönüp okuma isteği oluşturmadı bende…Bunun için pek de beğenmedim diyorum. Yani Kafka’nın Dönüşüm kitabında bir insanın hamamböceğine dönüşmesini beğenerek okudum da bunu neden pek beğenmedim? Tam da anlattığım meseleden…Dönüşüm de bir insanın varoluşunun sebebini bulma yolunda kendine ve bulunduğu çevreye tamamen yabancılaşıp bir sabah uyandığında dev bir böceğe dönüşüverdiğini okurken düşünme tarzı etkilemişti. Kitabı her elime alıp birkaç paragraf okuduğumda da yeni yeni anlamlar çıkardığım bazen de ne anlamsız dediğim zamanlar oluyor hâlâ… Kısacası kitap da yaşıyor…Tekrar bu kitaba dönerken, yer yer beğendiğim durup düşündüğüm bir paragrafı yazayım: Gece yarısı kütüphanesinin kütüphane memuru bayan Elm ne diyordu bir seferinde: “Her yaşam milyonlarca seçim ihtiva eder. Kimi büyük, kimi küçük. Fakat bir kararın yerine başka bir karar geçtiğinde, bütün sonuçlar da değişir. Dönüşü olmayan bir sapma gerçekleşir ve bu da başka sapmalara yol açar…”. Karar verme zamanlarında üstünde durup düşünülmesi gereken bir cümle bence…
Okuduysanız bilirsiniz, Brain Rot yazımda beyin çürümesi kavramının ilk kez Thoreau’nun Walden kitabında karşımıza çıktığından bahsetmiştim. Gece Yarısı Kütüphanesi ‘nde de Nora girdiği bir şarkıcı karakterinde “Henry David Thoreau” adında şarkı yapmıştı. Akademisyen ve yazar olduğu karakterde de Thoreau’nun kitaplarından, düşüncelerinden bahsediyor bir gün Walden ormanına gitmek istediğini söylüyordu. Aynı dönem içerisinde bu filozofun adına üst üste denk gelişim neden acaba diye düşünüyorum şimdi… Bu tabii son derece kişisel bir düşünce ve soru:)
Sözler, düşünceler derken kitapta bir de Jean Paul Sartre sözü varki onu da yazmadan geçemeyeceğim: Hayat umutsuzluğun öte yanında başlar. Bu söz ile kitabın tamamına bakmak istersem eğer insanların tam da bu umutsuzluk anlarında keşkeleri ortaya çıkar değil mi? diye sormak isterim. Öyle ya mutlu, huzurlu ve sağlıklı iken keşkelerin ortaya çıkması için sebep var mıdır? Bu sorunun cevabı düşünüledursun bu sorunun ardından hemen aklıma geliveren bir başka ünlem cümlesini yazmak isterim: “…bilseydim başka bir şey isterdim!..” duyduğumda içten içe beni rahatsız eden ve yine böyle bir düşünme anında sebebini bulduğum rahatsız edici bir cümle…Hani bir arkadaşınızı görmek istediğinizi düşünürsünüz de , bir kahve yapıp içerken çıkıp geliverir ya işte o anda sarf ediliveren cümle “…aaa bilseydim başka bir şey isterdim…” Hayır yani bilseydin isteme hakkını arkadaşını görmekten yana kullanacağına, başka birini görmekten ya da elde etmek istediğin bir objeyi elde etmekten yana mı kullanırdın? O zaman buradaki kimi sorusuna karşılık gelen, nesne ögesi olan “ben “o arkadaş” daha mı az önemli senin için? Öyle olabilir ama bunu o anda yüzüne vurmana gerek var mıdır? Bu düşünceler olgunlaştığında bende, bana karşı öyle bir cümle sarf ediliverdiğinde, “…e o zaman ben gideyim…” cevabını vermek geldi içimden ama ortamları bozmayı ya da tatsızlaştırmayı tercih etmediğimden içimden söyledim elbette… Şu filozoflar yok mu, yüz yıl önce söyleyiverdikleriyle bile insanın içinde ne katmanlar açıyorlar…
Bir paragrafı yeniden yazmak istiyorum: “Her yaşam milyonlarca seçim ihtiva eder. Kimi büyük, kimi küçük. Fakat bir kararın yerine başka bir karar geçtiğinde, bütün sonuçlar da değişir. Dönüşü olmayan bir sapma gerçekleşir ve bu da başka sapmalara yol açar…”. Gerçekten çok çok önemli bir düşünce…Hani gelişine yaşamışsanız eğer bu düşünce bir anlam ifade edemez. Fakat yaşam içerisinde pek çok kez pek çok konu da karar verme süreci geçirmişseniz bu cümlenin kıymetini bilir ancak bazen de bazı dönüm noktalarını nasıl kaçırdığınızı görebilirsiniz. O dönüm noktalarını gördüğünüzde oraya takılıp kalmamak önemlidir. Yolda yürürken kazağınız dikenli tele takılırsa ne yaparsınız? Ya geri adım atıp usulca kazağın ilmeğini telin kıvrımından çıkarıp kazağın o bölgesini sağa sola çekiştirip bollaşan ilmeği yeniden kazakla bütün hâle getirir devam edersiniz ya da zorla ileri doğru yürüyüp kazağın ilmeğinin kopmasına sonrasında da kazağın o bölgesinin sökülüp gitmesine sebep olursunuz. Tabii “…kazağım tele takıldı şimdi ben ne yaparım, biri gelsin beni kurtarsın…” diye de bekleyebilirsiniz, bu sizin seçiminiz. “Şimdiki aklım olsaydı…” cümlesi ne kadar da dramatiktir öyle değil mi? Gençken hep bi şeylere yetişmeye çalışmak sebebiyle bir kere kazağı sökmeden kurtarmayı başarıyorsanız üç kere de zorla ilerleyip kazağı yırtıyorsunuz. Bu durumda da ya kazağı yırtık giymeye devam ya da yeni bir kazak alma yoluna gidiyorsunuz. Yaş ilerledikçe, değişimin nimetlerinden faydalanabildiyseniz, bir adım geri gidip kazağı kurtarmayı daha da iyi başarmayı normal bir durum haline getiriyorsunuz. Ne alaka bilmiyorum ama geçenlerde bir şarkıcının başına gelen bir olayı okumuştum. Yanılmıyorsam Mabel Matiz anlatıyordu, hatırladığım kadarıyla aktarayım. “…köye de İstanbul’daki hızımı götürmüştüm. Kırmızı ışıkta durduk, ışık yeşile döner dönmez korna çaldım. Öndeki abi camdan eğildi ve acelen ne? nereye yetişeceksin? dedi…İşte o an farkına vardım ne yaşadığımın…” Galiba aklımdan geçen bağlam şöyle oldu: Karar verme anlarında, acele etmeden, bazen bir adım geri gidip geniş bir çapta bakmaya çalışarak, yavaş yavaş karar verirsek sonuçlar daha öngörülebilir olabilir. Olmadı mı? Olsun varsın bundan da öğrenilecek bir durum vardır belki deyip bir adım geri çekilip tekrar düşünmek iyi gelebilir.
Yazımı bitirmek üzereyken de ” Her Şey Olmuş Bir Hiç Tarafından Yazılmıştır” metninden bir paragrafı alıntılamak istiyorum:
“Her şey olabilmek için her şeyi yapmamız gerekmiyor çünkü zaten sonsuzuz. Yaşadığımız her an sonsuz olası geleceğe gebe. Onun için bu hayatımızdaki insanlara iyi davranalım. Arada bir başımızı kaldırıp yukarı bakalım çünkü nerede olursak olalım gökyüzü her daim sonsuz..”
Öyleyse yazımın başında yazdığım cümleyle bir an çeliştiğim bir noktaya geldiğimi farkediyorum ben de… O hâlde bir adım geri çekiliyorum. Pek de beğenmedim kitabı demiştim ama bu kitap, hepsini bu yazımın içine aktarıp yazımı iyice arapsaçına dönüştürmek istemediğim ne çok şey düşündürtmüş bana…Öyle ki yazarken “…hatta dur bunları yazmama gerek yok derken…” bile başım döndü…Kısacası kitabı beğendiğimi ve severek okuduğumu yazmak isterim. Başlangıçta, bir anda popüler olmasının, 42 dile çevirilen uluslararası çok satan olan, popüler kitap iticiliğine kurban gitti benim için demek daha doğru olacaktır bu son cümlede…
Okuyan herkese de keyifli okumalar dilerim.
Not1: Kitabın fotoğrafında yayıncısı göründüğü için #reklam diye yazayım.
Not2:Görsellerimi paramı ödeyip aboneliğimi yenilediğim #Canva programı ile hazırladım.
Bir yanıt yazın