Hangisi önemli sence? Bana sorulsa ikisi arasında karar vermem oldukça zor olurdu. Senin için de durum aynı mı? Merak ediyorum. Neden mi merak ediyorum? Çünkü bu soruları kendi kendime çok soruyorum ve maalesef bu soruları sormak ve üstüne düşünmek istemeyen insanlar sanıldığından daha fazla bence… Burada amacım hiç kimseyi kötülemek değil… Sadece benim içimde, tüm okul hayatı boyunca, okumayı öğrendiğinden beri çok okuyan, yazılar yazan, sayısal bir zekâya sahipken edebiyat öğretmenlerinden de hep övgü alan bir insan vardı. Sonrasında…
Sonrasında üniversiteden mezun olduktan ve de evlendikten sonra genel olarak hayatın içinde ve de çalışma hayatında, hayatı gündelik yaşamak, günlük konulardan konuşmak, gelecek planlarını da öyle “…on yıl sonra kendini nerede görüyorsun?…” üzerine değil “…bir kaç gün, bir kaç hafta ya da en çok bir kaç ay sonra …’yı yapabiliriz…” üzerine yapmaya başladım. Burada ki en büyük kusurum -bugün buradan bakmayı öğrendiğimde- kendi mutluluğumu tamamıyla ailemin mutluluğu, iş hayatımda meslektaşlarımın ya da öğrencilerimin mutluluğu üstüne inşaa etmemdir. Neden mi? diyorum ya bugün baktığımda görebiliyorum ki “kendim” kavramı bencillik gibi kodlanmış bana ve hep “hepimiz için” kavramını onurlandırmışım da ondan:( Yanı sıra kendim olarak da var olmayı hiçe saymışım.
Neyse buradan ilerlemeyeyim çünkü burada balon yapıp anlatılabilecek bambaşka konular var…
Annemin bana öğrettiği “…bin bilsen de bir bilene sor mutlaka, oradan öğreneceğin de çok şey olabilir…” öğüdü ne büyük bir cümle ve ne büyük bir hayat öğüdüymüş…Ben ise o zamanlar bu cümleyi duyduğumda çok kızardım. Bilirsiniz özellikle ergenlik döneminde genç insan her şeyi bildiğini ve o bildiklerini dünyada pek çok insanın bilmediğini düşünür. Ben de annemin bu cümlesine o zamanlar anlam veremezdim pek ve “…hadi canım niye soracakmışım bilsem de…” kıvamındaydım. Sonraları ise bir baktım ki ben bu cümleyi şiar edinmişim kendime:) Ne zaman bu cümlenin getirdiği konforu keşfetmişim de kullanmaya başlamışım bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki gerçekten çok konforlu. Çünkü hem bildiğinizi pekiştiriyor hem de yeni yeni şeyler de öğrenebiliyorsunuz. Annemin burada ayrıca belirtmediği şeyler ise (özetlersem) şunlardı: Bu cümleyi safiyâne bir şekilde, yani gerçekten öğrenmek, öğrendiklerini kullanarak güzel şeyler üretebilmek ve öğretebilmek için kullananlar olduğu gibi manipülatif olarak kullananlarla da karşılaşabileceğimdi maalesef. Dolayısıyla ben manipülasyon sözcüğünün sadece televizyonlarda politikacıların kullandığı ve uyguladığı bir kelime olduğunu sanırdım.O kadar kendimi hem çekirdek hem de genel aileme, işime ve görüştüğümüz bir kaç arkadaşıma çok düz bir şekilde vermişim ki diğer her şey sadece televizyonlarda, filmlerde, romanlarda olur sanmışım demek ki…Şimdi anlıyor (aslında anlayamıyor) ve kendi kendime gülüyorum; o kadar çok “…neden böyle yapıyorlar ki? Bu dünya işte bu kadar, daha ne istiyorlar, neden birbirlerinin ayağını kaydırmaya çalışıyorlar?…” cümlelerini söylüyordum ki düşünsene gerçekten çekişmeli bir hayatın içinde yaşayan bir kadın her şeyin dosdoğru ve bol sevgi ile çözülebileceğini zannediyor. Çok çocukça değil mi? Kırklı yaşlarının sonuna doğru bu kadın hâlâ annesinin cümlesinin peşinden gidebiliyor. Oysa bu cümlenin getirilerinden faydalanmak, konforunu kullanmak istiyorsan çelik gibi bir sinire ve özgüvene sahip olman gerekir. Evet bu şarttır. Neden mi?
Bizim toplum maalesef çok soru soranı sevmez ve insanların bir şeyi sorması için illa o konuyu bilmemesi ya da az bilmesi ya da kaba bir tabirle kafasının o konuyu basmaması gerekir. Ne kadar zavallı değil mi?
Oysa soru sorabilmek için hatta iyi bir soru sorabilmek için sorulacak konuyu asgari düzeyde bilmek gerekir. Daha iyisi çok iyi bilmek gerekir. Bu temelden sonra da başka bir bilene sorunu sorarsın ki bilmediğin ya da atladığın bir nokta varsa onu görebil. Tam da bu noktada esas konumuza gelelim:) (Burada illa spesifik bir konu değil hayatın içerisinde hâl hatır sormak da olabilir.) Bildiğin bir konuyu başka bir bilenden dinlemek istediğinde, sorularına cevap aradığında sorduğun sorunun cevabını da DİNLEMELİSİN!
Emir kipi “dinle” olan sözcüğü, gereklilik kipinde ve de büyük harflerle DİNLEMELİSİN şeklinde yazmamın bir sebebi var elbette…(emir kipi ve gereklilik kipi ne diyecek olursanız Türkçe dilbilgisi kitaplarını araştırabilir ya da Google’a sorabilirsiniz:)
Bir paragraf önce de yazdığım gibi bizim toplumun çok büyük bir bölümü ki eğitimli ya da eğitimsiz diye ayırmıyorum bile, çok soru soranı sevmez ve “…bu da bunu bilmiyor heralde…”, “…bu da sorulmaz ki…”, “…biliyorsan niye soruyorsun ki…” diyerek soru soranı küçük görmeye başlarlar. Önce küçük görmeye başlayıp sonra da yok saymaya çalışırlar. Hele ki topluluktaki insanların geneline göre kendi reklamını yapmaktan imtina eden soru sormayı sevenleri “…hiçbir meziyeti yok gibi, her şeyi de soruyor, ama nasıl buralara kadar geldi..” gibi garip bir noktaya sıkıştırmaya çalışırlar. İşte bunun için çelik gibi sinirlere ve özgüvene sahip olmak gerekir. Neyse devam edeyim anlatmaya:
Bitmek tükenmek bilmeyen öğrenme arzumun yanında ki bir diğer motivasyonum da “sevmek”. Sevdiğim birinin bana anlattığı şeylerin yüzde doksandokuzunu unutmam. Bana fikir danışıldıysa da hiç unutmam. İstenmediği sürece de temcit pilavı gibi ortaya getirmem. Ancak devamı niteliğinde bir anlatım yapılırsa da önceden anlatılanlar ile bağ kurarak cevap veririm. Burada üzücü olan ne oluyor biliyor musun? beş kişiden dördü bunu şaşkınlıkla karşılıyor. Sanki bir data base oluşturmuşum gibi davranılıyor. Bu davranışla karşılaştığımda ise aslında önceden de havada kalan bazı hislerimin ne olduğunu anlamama yardımcı oluyorlar: Maalesef ki içtenliğimin karşısındaki samimiyetsizliği anlayıveriyorum… Nasıl mı? Bildiğime şaşırıyor çünkü aslında anlattıkları, o an, kendini bir şeyler anlatmak konusunda kendini tatmin ederek zaman doldurma etkinliği olarak gördüğü ve içine farklı durum ve zamanlarda o farklı durum ve kişilere göre eklemeler ve çıkarmalar yaptığı bir konuşma kalıbı. İşte o kalıp konuşmanın karşı taraftan ciddiye alındığını gördüğünde “…acaba daha önce ne anlatmıştım?…” şaşkınlığına düşüyor ve bir an bocalıyor. Bir başka durum da daha önce anlattıklarının içinde aşırı duygu durumuyla beraber olandan öte bir anlatım olduğunu anladığında pişman olma hali var iken o anlattıklarını unutmayan kişiye de yeterince değer vermiyorsa bunu açık yüreklilikle ifade edemeyeceğinden yine bir şaşkınlığa düşüyor. E ben de bunu anladığımda kendimi “…fazlaca değer vermiş kişi…” olarak görüyor ve geri çekiyorum. Bu şekilde kendimi koruma altına alıyorum.
Her ne kadar kendimi koruma altına alsam da özellikle son zamanlarda görüyorum ki samimiyetinden şüphe edilen insan sayısı gün geçtikçe artıyor. Bence bu da ta en başındaki cümlenin ucundan tutarsak kusursuz bir çember, hatta alt metinleriyle beraber kusursuz daireler oluşturabileceğimiz “dinleme ve dinlenilme” konusunun içeriğinin sosyal insanın hayatında ne kadar önemli bir yer edinmesi gerektiğine dayanıyor. Çünkü dinleme ve dinlenilmenin gerekliliği hakkında bir fikirlerinin olmadığını daha kötüsü önemsemediklerini görüyorum. Hani diyorlar ya “…bireyselcilik artıyor…” diye, maalesef doğru.
Yukarıdaki kusursuz dairelerde olması gereken için kastettiğim “cân-ı gönülden dinlemek”.
İçimde derinlerde ne kadar güzel cümleleri hapsetmişim meğer… Bu da babacığımın bana bir öğüdüydü. Kendisi ibadetini yaptıktan sonra dua ettiğinde ya da günlük gazetesinden bir makaleyi ona okuduktan sonra (ki gözleri iyi seçemediği yıllara denk gelir benim okuma yazma öğrendiğim yaşlarım) “…bak kızım şimdi beni cân-ı gönülden dinle…” diyerek başlardı konuşmaya…Yıllar içinde çok kızdım ama çok kızdım “…dinliyorum ya daha ne yapayım…” diyerek, kıpır kıpır yaparak:) Şimdi baktığımda harika bir öğreti olan bu cümleyi babam sayesinde içselleştirmem yüzünden içinde bulunduğum topluluklarda o kadar “ezildim” ki, duygusal olarak o kadar hırpalandım ki ve hatta o kadar küçük görüldüm ki bana kattığı olumlu duygular 10 birim ise olumsuz duygular 90 birim oldu. Yanlış anlaşılmak istemem direk benim dışımdakileri suçlamıyorum kendimin de yukarıda bir yerde anlattığım “hepimizin mutluluğu” yaklaşımımdaki hatalarım buna sebep oldu. Aslında hepsi ne kadar iç içe değil mi?
Ne zaman duruldum bilemiyorum. Bildiğim yeniden yazmanın bana ne kadar iyi geldiği. Yıllarca çoğu kimseyi cân-ı gönülden dinledikten sonra, yüzeysel dinleyenlere hiç bir şey anlatmamak isteğimle beraber içimde dolup dolup taşanları ve bitmek tükenmek bilmeyen , bildiklerimi, tecrübelerimi paylaşma arzum, yazmaya yeniden başlayınca beni, düşünmeyi düşünmenin çoğu zaman çiçekli ve güzel, bazen de taşlı topraklı yollarına götürdü. Bu da beraberinde yeni öğrenmelerin kapısını açtı. Anlayacağınız düşüncelerimin kuyruğunun ucunu yakalamaya çalışmaya başlayınca zihnimde kelimeler de dönüp durmaya başladılar tıpkı güneşin etrafında dönen gezegenler gibi… Bu dönüş de öğrenmenin ve yazmanın tatlı sarhoşluğuna düşürüyor tabii ki insanı ve yazdıkça yazası geliyor.
Bir başka açıdan da günlük hayatın içinde pek de karşılık bulamayan “…dinlenilmek…” fiilinin eksikliğini yazarak “…okunulmak…” fiiline devşirmeye çalışmanın beyhude çabası içine sokuyor beni ancak bundan şikâyetçi değilim elbette. “Söz uçar yazı kalır” özlü sözüne sırtımı dayayıp güvenli bir limandan düşüncelerimi harflerle iletmenin hazzını yaşıyorum ve biliyorum ki bir kişi bile olsa (torunlarımdan umutluyum) yazdıklarımı okuyup hayatın içinde kendine bir pay çıkaracaktır. Tabii ki burada cân-ı gönülden bir okuma yapmak , okurken düşünmek, düşünürken bu yazının yazarı olan bana sorular sormaktır as’lolan. Dinlemek de okumak da dinlenilen kişiye bakıp kafa sallamak değildir sadece… Etkin dinlemek ve etkin okumak, dinlenilen ya da okunulan kişinin sözünü sadece es verdiği yerlerde kesip onun demek istediklerine dair sorular sorabilmektir.Bu sesli de olabilir sessiz, içten de olabilir. Kafa sallamak daha doğrusu beden dilini kullanmak, göz teması kurmak destekleyici, yan dinleme araçlarıdır bana göre… Bu durumda da dinlenilen kişiden bağımsız başka bir kişi ile konuşmak, gülüşmek, başka bir durum ile ilgilenmek gibi durumlar dinlenilen kişiye saygısızlıktır. Fark edildiğinde “…ah çok pardon ne diyordun?…” demek de bu saygısızlığı perçinler ve “…aslında gerçekte ne anlattığınla ilgilenmiyorum…” cümlesini sessizce hissettiriverir.
Gurur duyuyorum çünkü artık, kitabî bilgileri öğrenebilmenin dışında hani bazen iç dünyamda haksızlık ediyormuşum gibi gelen kişilerin anlattığım gibi dinleyebilme eksikliklerini birebir yaşadığımda kendi kendime derinden üzülmek yerine “…haksızlık etmemişsin öyle düşünerek bak ne kadar haklıymışsın…” diyebiliyor ve ruhumu onarabiliyorum. Diyebilirsiniz ki “haklı olmak mı mutlu olmak mı?” o başka bir yazının konusu ve burada anlatmaya çalıştığım “dinleme ve dinlenilmek” ile ilgisi yoktur:)
(Ben de melek gibi değilim yaşamın bu noktasında; beni mutlu etmese de kısasa kısas uyguluyorum bazen. En büyük uygulamam da konuşan kişiyi az dinliyormuşum gibi bir tavır takınarak bir şeyler atıştırmak oluyor. Komik mi? Bence değil:)