Bugünün bana hediyeleri nelerdir?

Havalı havalı konuşmayı çok seviyoruz bazen değil mi? Ne çıkacak bu sorunun ardından der gibisiniz, ben de duyuyor gibiyim:) “…Anda kalmak…” diye bir kalıp cümle var. Herkes bundan söz edip duruyor. Çoktandır bu konuda okuyor, dinliyor ve tabii ki kendi kendime notlar alıyorum. “…çoktandır…” kapalı zamanını açayım hemen: İlk kişisel gelişim kitaplarını okumaya başladığım zamandan beri. Yanii:)

Lise yıllarımda Leo Buscaglia’nın “Kişilik: Bir İnsanın Gelişimi” adlı kitabını okuduğumdan beri…Takip eden zamanlarda Doğan Cüceloğlu’nun “İçimizdeki Çocuk”, yine Leo Buscaglia’nın “Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek”, Richard Bach’ın “Martı Jonathan”… daha pek çok pek çok kitap, tiyatro oyunu diğer tüm roman ve öykü kitaplarından altını çizdiğim tekrar tekrar okuduğum hayat dersleri… aslında hepsinin bizi ya da hadi beni diyelim götürdüğü nokta “..yaşadığın ânı akışta değil, tam o anda duyarak, görerek, hissederek, özümseyerek ve bir daha asla aynı an olmadığını bilerek yaşa…” Bu cümle sadece mutlu olunan değil mutsuz olunan anları da kapsar. Evet hayat doğup gözlerini açtığın andan ölüp bir daha gözlerini hiç açamayacağın âna kadar mutlu olduğun, mutsuz olduğun ve nötr duygu durumunda olduğun anların bir karması olarak yaşanacaktır. Sağlıklı olan da budur. Sadece mutluluğu aramaya çıkanlar sürekli kendisine sallanan havuca doğru koşan tavşan misali bir süre sonra yorulurlar. Hayat yorgunu olurlar. Bu çıkarımı yapmayı şimdi kendime hak biliyorum çünkü bir çok insan gibi “…aaa o kitabı ben okumuştum….” deyip bırakmıyorum. Hem yeni çıkan yayınları takip ediyorum hem de eskiden okuduklarımı çeşitli zaman aralıklarında , yaş dönümlerinde tekrar okuyor, farklı bir tat aldığımı görüyorum. Şiddetle tavsiye ederim. Bugünkü sen dünkü sen ile aynı değilken aynı kitabı okumuş olmuyorsun zaten… Biliyorum bu konu oldukça derin ve inanın yazacak çok cümle akın ediyor zihnime:) Ancak bugün bir tarafından tutup onu anlatırsam daha düzenli bir anlatım olacaktır:) Hadi başlayayım o zaman:

*Önce bu sabah uyandığında yataktan kalkerken ne hissettiğini bir an düşün ve sonra yazıyı okumaya devam et lütfen:)

Çiçeklerin görüntüsü karşısında büyülenip kokusunu içimize çekince başımızın dönmesini hissedebiliyoruz değil mi? Şanslıysak yanımızda aynı hissiyatı taşıyabilecek birisi varsa gülümseyerek bu duygumuzu ona da aktarabiliyoruz. Ağaçların gölgesinde “…ohhh iyi ki seni dikmişler, ne güzel serinledim…” diyebiliyoruz.

Bazı günler kavak ve özellikle gümüşî ıhlamur ağaçlarının en ufak esintide yapraklarının şıkır şıkır kımıldanmalarını, salkım söğüt dallarının nazlı nazlı salınmasını seyre dalarız. Dalarız kelimesi çok da mecaz değil burada:) Kendiliğinden kapanan gözlerimizin iç kısmında yani göz kapağımızdan oluşan, arkadan vuran güneş ışınlarıyla kızılımsı bir fon oluşturan perdede, ağaçların yaprak ve dallarının oynaştığı görüntüye dalar arada ötüşen kuşlara gülümser, ağır ağır yere düşen yapraklar olduğunda onları, yere değdiği âna kadar takip ederiz. Güneş ışınlarından bir tanesinin de (tıpkı çocukken resim defterine güneş çizdiğimizde sarı yuvarlağın etrafından çıkan uzunlu kısalı çizgilerden bir tanesi gibi:) ansızın parlayarak göz kapağımızı aydınlatması ve o an göz kapaklarımızın daha sıkı kapanıvermesi de ( sanki ışın demeti göz kapağımızı açıverecek:) içinde bulunduğumuz âna ayrı bir heyecan katar. Tüm bunlarla eş zamanlı olarak, o dal ve yaprakların hışırtısını, aralarından akıp giden rüzgârın sesini, karşılıklı konuşur gibi ötüşen kuşların seslerini de dinleriz. Dinleriz dinlemesine de âdeta zamanın duruverdiğini ancak gözümüzü açtığımızda hissederiz. Ben çoğu zaman gözümü açtığımda önce gülümser sonra o akıp giden rüzgârı sanki içimde tutabilecekmişim gibi derin bir nefes alırım. Dalların arasından sızan güneş ışınlarına bu kez gözlerimi açarak bakarım. Bakarım ki ışının sıcaklığı o yaşanan güzelliği gözlerime mühürlesin. Sonra da kendi kendime söz veririm “…bir daha böyle bir an yakaladığımda gözlerimi daha geç açacağım:)…”

İşte burada yaşanan hisleri, hissettirdiği mutlulukla karışık hüznü de aklınızda tutun lütfen.

Gelelim * işaretli cümlenin açılımına:

Gecenin ilerleyen saatlerinde, alıştığımız saatlerde yavaşça göz kapaklarınız ağırlaşmaya başlar. Birden etrafa puslu gözlerle bakmaya, anlatılanlar ya da seyredilenler varsa onları yavaş anlamaya başlarız. Bu durumda da ya olduğumuz yerde ya da kendimizi zorla sürükleyebildiğimiz yatağımızda uyuyakalırız. Uyku deyip geçmeyelim lütfen. Uyuyoruz ve uyuyabiliyorsak sabah uyanıyoruz. Rüya gördüğümüzü hatırlarsak ne alâ… Çok ilginç bir durumu doğduğumuzdan beri yaşadığımız için kanıksamışız ancak “uyumak” oldukça olağanüstü bir olay. Bütün organlar nerdeyse durduruyorlar kendini. Bu sebeple bizim ailede büyüklerimiz uyku için “…yarı ölüm…” derler. Ve biz bu olağanüstü durumu yaşayıp ister fizyolojik alarmımızla ister saatimizin, telefonumuzun alarmıyla gözlerimizi açalım, yeniden dünyaya gelmiş gibi oluruz. İşte bir gün daha bize hediye edilmiştir. Bu mucizevi hediye karşısında da her ne olursa olsun, her ne yaşanmışsa yaşansın o günü gülümseyerek karşılayabilmelidir insan.

(İçinde bulunduğum ruh halimden dolayı bu yazımı yazmaya başladığımdaki duygularım aynı kalamadığından birkaç gündür yazımı bitiremiyorum. Dolayısıyla şimdi vereceğim örneklerle de yazımı da burada bitirmek istiyorum. Ne yapalım bu da böyle bir yazı oldu işte, aldım kabul ettim.)

Anlatmak istediğim nefes aldığının farkında olmak, çiçekleri görebilmek, koklayabilmek, ağaçları sevebilmek, okşayabilmek, ister pencereden ister bahçeden temiz havanın kokusunu, uğul uğul esen rüzgârın yüzümüzü yalayıp geçmesini, elimizi, ayağımızı, kuşların ötüşünü, kedilerin miyavlamasını, köpeklerin havlamasını, cır cır böceklerinin cırlamasını, bardağa dökülen serin suyun şıkırtısını, çaydanlıkta kaynayan suyun fokurtusunu, çay deminin kokusunu…farketmek, bir an durup düşünebilmek, sevdiklerinin gözüne bakabilmek, onların kim olduğunu ayırt edebilmek…. ve daha pek çok şey doğduğumuzdan beri her sabah bize yeniden armağan ediliyor. Evet bunları teker teker düşünmüyoruz maalesef ama sağlıklıysak bi düşünün bugün bunlara sahiptik uyuyup uyandığımızda sıraladığım ve sıralamadığım pek çok şeye yine sahip olarak güne başlayacağız. Günün geriye kalanı mı? İşte o da bizim çalışıp çabalamamıza kalmış:)

Özetlersem tüm anlattığım ve de anlatamadığım sebeplerle her günün bize hediye edildiğini aklımızdan çıkarmayalım lütfen. Yerimizden kalkmadan kendimize sormaya başlayalım: “…bakalım bugünün bana hediyeleri neler olacak?… Günümü en verimli nasıl geçirebilirim?… Bana verilmiş bu beden için sonsuz şükürler olsun…” bu ve buna benzer istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Sonuçta o gün içinde karşılaştığımız olumlu ya da olumsuz her şey kendimizi geliştirmemiz için bize sunulan hediyelerdir. Olumsuzluklar yaşandığında elbette bu olguyu kabul etmek zordur ancak başarılınca gerçekten büyük bir tat verir insana…

NOT: Bugün pek çok insan Hindistan’a gurulardan eğitim almaya gidiyor. Hepsinin çabasına saygı duyuyorum. İmkân bulduğumda gezip, görmek ve öğrenmek üzere ben de gitmek isterim.

Çocukken annesi ilkokuldan sonra okuyamamış pek çok çocuk gibi ben de annemin ne kadar az şey benimse ne kadar çok şey bildiğimi düşünürdüm. Derdi ki “…evladım çocukların olsun anlarsın beni…” çocuklarım olunca gerçekten pek çok şey kafama dank etti. Sonra ki yıllarda konuşmalarımızda ise “…evladım hele bi büyüsünler anlarsın ne demek istediğimi…” ne tuhaf ne dese malumatfuruş olan beni 1-0 geride bırakıyor. Cahit Sıtkı Tarancı “…yaş otuz beş! Yolun yarısı eder…” dediği şiirine rağmen 46 yaşında hayata gözlerini yummuş ( Bu şiirinde “Dante gibi ortasındayız ömrün” diye yazılmış ikinci mısrası ile ilgili bir yazı yazacağım da şu an aklıma geldi doğrusu!). Evet kafamın karışıklığı yazıma yansıdı ancak şunu demek istiyorum: Rahmetli Cahit Sıtkı’nın yolun yarısı dediği yaşı da çoktan yıllar öncesinde bırakan ben şimdi görüyorum ki anne ve babama içimde hep bir hayranlık beslemişim. Onlar ki gelişen teknoloji ile çoktaaan geride bıraktığımız iletişim teknolojisinin az olduğu bir dönemde nasıl güzel, hayata karşı ya da tam da hayatın içinde bizim gibi evlatları bilgece yetiştirmişler. Öncelikle onların bilgeliğini ve bana aktarabilecekleri tüm yaşam tecrübelerini aktardıklarını kabul edip sonra da şu an yoğun bakımda olan annemin bilge sözlerinden, konuyla ilgili, birkaçını yazmak istiyorum( bu arada okuyunca klişeymiş gibi görünebilir ancak asla öyle değiller. Hepsinin bir çok hikâyesi, bir çok yaşanmışlığı, önü, ardı var vesselam…):

“..evladım hep yok yok, olmuyor olmuyor deme azıcık da bu da var şu da var, bunlar da ne kolay oldu de…”

“…evladım sabah kalkınca soğuk suyla yüzünü bi yıka, aynaya bak, saçını tara; bak ne güzel ağzım, burnum, yanaklarım, gözlerim, saçlarım var de şükret…”

“…evladım yolda kırılmış bir dal görsen en yakınındaki toprağa dikiver, bakarsın tutar…”

“…evladım hep oku oku oku olmaz, o okuduklarını hem gel bi de bana anlat hem de birlikte işimizi yapalım…”

“…evladım yaşlıların bir ayağı çukurda olur; onlara hürmette kusur etme ki ayakları aksamasın, elleri kolları sana duacı olsun…”

“…evladım insan insanın acısını alır, sevincini çoğaltır; önemli olan acını alıp sevincini çoğaltacak insanları iyi seçmek, o da sadece evde oturup kitap okumakla olmaz…”

“…evladım çık balkona şöyle bir etrafına bak yüzlerce sebep bulacaksın sıkılmamak (bilgisayar, cep telefonu yoktu TV çok sonraları renklendi, elimde avucumda en çok kitap okumak vardı ve evet bazen de sıkılırdım:) ve mutlu olmak için…”

“…şimdi gülün gülün sözlerime tüm bunlar size birer hatıra olacak; annem ne demişti anneannem nasıl da böyle yapmıştı der hem beni anar hem yine gülersiniz…”


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir